16 Mart 2008 Pazar

Bir kariyer yolculuğu


SALİM KADIBEŞEGİL ile RÖPORTAJ

Kendinizden ve çalışma alanınızdan biraz bahseder misiniz?

1977 Ege Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İ
lişkiler Yüksek Okulu mezunuyum. Öğrencilik yıllarında gazetecilik yapmaya başladım. Daha sonra Turizm Bakanlığında Basın Müşavirliği ve sonrasında da ABD’de Basın Ataşe Yardımcılığı görevlerinde bulundum. Halkla ilişkiler mesleği ile ilgili birikim elde etmemde Amerika’daki yılların çok etkisi oldu. Döndükten sonra bu alanda yürümeye karar verdim ve önce Ege Bölgesi Sanayi Odası, daha sonra da o zamanlar merkezi İzmir’de bulunan Turyağ’da Halkla iİişkiler Müdürü olarak çalıştım. 1980’lı yılların ortasında arkadaşlarımla birlikte İzmir Halkla İlişkiler Derneği’nin kurucuları arasında yer aldım. Aynı yıllarda ilk kitabım “Halkla İlişkilerde Temel İlkeler” yayımlandı. 1990’da ikinci kitabım Halkla İlişkiler Reçeteleri yayımlandığında merkezi İzmir’de bulunan halkla ilişkiler şirketi ORSA’yı kurmuştum. 1993 yılı sonlarında şirketin merkezini Istanbul’a taşıdık. 1990’lı yılların ortalarında, ORSA, merkezi İstanbul’da, Ankara ve İzmir’de şubeleri bulunan, ayrıca uluslararası bir network’un içinde 30 kişinin çalıştığı profesyonel bir şirket idi. 1997 yılında IPRA’nın Helsinki konferansı kariyerimde bir dönüşümü işaret ediyordu. Çünkü, çok uzun yıllar üzerinde çalıştığım halkla ilişkilerde ölçümleme ve değerlendirmenin uluslararası boyuttaki çalışmaları ile tanışma fırsatını elde etmiştim bu kongrede. Ayrıca, ülkemizin ilk kez Uluslararası Danışmanlık Şirketleri Birliği ICCO’nun yine Helsinki’deki toplantıda gözlemci olarak temsilini sağlamıştım. Ki, ICCO, ilerleyen yıllarda ülkemizde mesleğin evrensel boyutları ile tanışması için oldukça önemli bir kilometre taşı olmuştur. Sözünü ettiğim bu kongrenin dönüşünde Istanbul’daki meslektaşlarımla birlikte ülkemizin ilk ölçümleme ve değerlendirme şirketi olan PRNET’in kuruluşunu gerçekleştirdik. Şirket kurulduğunda, benzer oluşumlar dünyada sadece 8 ülkede vardı. Bir sonraki yıl da Türkiye’deki halkla ilişkiler şirketleri İngiltere’den sonra ilk kez uluslararası bağımsız standartlar denetiminden geçip sertifika almışlardır. Bunlar, mesleki gelişim için önemli kilometre taşlarıdır. 2001 krizi ile birlikte halkla ilişkilerin sadece danışmanlık alanında yürümeye karar verdim. Uygulamalardan tamamen çekilip, Genel Müdür düzeyindeki yöneticilere, stratejik iletişim planlaması, itibar yönetimi, kriz iletişimi yönetimi ve kurum içi iletişim konularında danışmanlık hizmetleri veren modeller ürettim ve yoğunlukla bu alanda çalışmaya başladım. 1997’de üçüncü kitabım "Halkla İlişkilere Nereden Başlamalı", 2001’de "Kriz Geliyorum Der" ve 2006’da da "İtibar Yönetimi" isimli kitaplarım yayımlandı.

Türkiye’deki kurumların, Halkla İlişkiler açısından nerede oldukları, Halkla İlişkilerin algılanışının mevcut durumu ve geleceği için neler söyleyebilirsiniz?

Yaptırdığımız araştırmalar da gösteriyor ki, halkla ilişkiler ağırlıklı olarak medya ilişkileri tabanlı bir disiplin olarak algılanıyor. Şirketlerin faaliyetlerinin basına ne şekilde yansıdığı ve bu sürecin nasıl yönetildiği halkla ilişkilerin ana işlevi olarak karşımıza çıkıyor.

Bu şaşırtıcı olmamalı.. Halkla ilişkilerin en geniş uygulama alanı bulduğu ABD’de de gelişim bu yönde olmuştur. İşin stratejik planlaması veya, ölçümlenebilir hedeflerle yapılanma 1990’lar sonrasında gündeme gelmiştir. Beklentilerin sadece medya ilişkileri ile sınırlı kalması doğal olarak bir mesleki erozyona neden olmuştur. Ama, önemli olan mesleğin kendi gerçek kimliği ile doğrudan ilgili faaliyet alanlarını da medya ilişkileri ile birlikte ön plana çıkartan bir performans meslek mensuplarının doğru saflarda buluşmasını sağlayabilecektir.

Kurumsal itibarın işletmeler için neden önemli olduğunu açıklar mısınız?

İtibar, herkesin en önemli sermayesidir. Şirketlerin itibarı yoksa, kredi bulamazlar, iyi çalışanlar onlara gelmez, hisse senetlerine yatırım yapılmaz! Daha sayılabilecek bir çok iş sonucu itibarın içeriği ile çok yakından ilintilidir.. Bu nedenle, şirketler, bir yönetim felsefesi olarak itibarlarını oluşturmalı, geliştirmeli ve korumalıdırlar. İtibarlarının kendi sosyal paydaşları nezdinde nelerden oluştuğunu dikkate almalılar ve bunları özenle yönetmelidirler. Etik anlayış, kurum kültür ve değerleri, toplumun duyarlılıkları ile örtüşmeli ve bu konuda şirket çalışanlarının performansı ön planda olmalıdır.

Türkiye’deki aile şirketinin çok fazla olduğunu görmekteyiz. Firmaların çoğunun aile şirketi olmasından dolayı bu şirketlerde kurumsal itibarın kurumsal yönetimle ilişkilendirilmesi konusunda siz ne düşünüyorsunuz? Bu alanda şimdiye kadar ne tür çalışmalar yaptınız?

Aile şirketleri, “soyadları”nı önemsemek zorunda olduklarından itibar konusunda çok hassasiyet göstermektedirler. Birinci kuşaktan , ikinci ve üçüncüye bu sürecin yansıması ancak itibarlı oldukları sürece mümkün olabilecektir. Bu nedenle, her ne kadar günümüzde aile şirketlerinde itibarın yönetilmesi ile ilgili profesyonel bir gündem yok ise de; bilinen kurumsal sistem ve süreçlerden bağımsız itibarlarını yönettiklerini söylemek mümkündür.


Kamu kurumlarında özellikle de üniversitelerde kurumsal itibar çalışmaları yapılabilir mi?

Açık, şeffaf, kısaca kurumsal yönetim ilkeleri ile yönetilen tüm kurumlarda itibar yönetimi çalışmaları yapılabilir. Üç önemli girdiye ihtiyaç vardır; bunlardan ilki; liderlik, ikincisi itibarı oluşturan kriterlerin doğru ve gerçekçi tespiti, üçüncüsü ise bu alandaki performansın nasıl ölçümleneceğidir.


Özellikle sivil toplum kuruluşlarında bu çalışmaların yapılması, hem toplumsal bilincin gelişimine katkı sağlayacaktır, hem de sivil toplumun güçlenmesini gerçekleştirecektir. Üniversitelerin de bu konuda ciddi çalışmalar içinde olmaları kaçınılmazdır.

Kamu kurumlarında yapılacak kurumsal itibar çalışmalarının önündeki engellerin neler olabileceğini düşünüyorsunuz?

İki ana engel var.. birincisi liderlik diğeri ise şeffaf olamayışları!

Bu engellerin aşılabildiği kurumlarda itibar yönetimi gündeme gelebilir ve yönetilebilir. Ancak ülkemizdeki kamu sistematiği şimdilik her iki engeli de ortadan kaldırmaya elvermemektedir.

50 yılını geride bırakan Ege Üniversitesi’nin kurumsal itibarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunu benim değil, üniversitenin paydaşlarının bakış açıları ile değerlendirmenin doğru olacağını düşünüyorum. Şu soruların cevapları Ege Üniversitesi'nin itibarı ile yakından ilintilidir;

Türkiye’nin en başarılı lise mezunlarının yüzde kaçı öncelikli tercihlerini ege üniversitesinden yana yapmaktadırlar?
Ege üniversitesin mevcut öğrencileri, üniveriste yönetiminden ne kadar memnundurlar?
Üniversitenin mevcut akademik kadrolarının yönetimden duydukları memnuniyet nedir?
Diğer üniversitelerle kıyaslandığında ege üniversitesi mezunlarının yüzde kaçı mezun olur olmaz iş bulabilmektedir?
Üniversitenin akademik kadroları sürekli diğer üniversiteler tarafından iş teklifi almaktadırlar mı?
Ege üniversitesi yılda kaç adet uluslararası makale üretmektedir?
Üniversitenin İzmir’deki kamu ve özel kurum ve kuruluşlarıyla ilişkileri diğer kuruluşlara oranla ne oranda gelişmiş ve memnuniyet uyandıracak düzeydedir?
Ege Üniversitesi, yurt dışındaki hangi üniversiteler ile bir kıyaslama içinde tutulabilir?

Kurumsal itibarın önemli bir parçası olan Toplumsal Sorumluluk kapsamında üniversitelerin başlıca görevlerinin neler olduğunu düşünüyorsunuz?

Üniversitelerin bu konuda, somut projler yönetmekten çok, toplumun farklı kesimleri tarafından fonlanabilecek, desteklenebilecek projeler üretmesinin daha doğru olacağını düşünmekteyim. Üniversiteler bilimsel çalışmaların merkezleri olduğuna göre, sosyal sorumluluk alalındaki temel ihtiyaçları yine bilimsel bir yaklaşımla ortaya koyabilecek en doğru adreslerdir. Onların tarif ettiği alanlar ve bu alanların içinde yeşerecek projeler üniversitelerin sosyal sorumluluk anlamındaki en gerçekçi katkıları olacaktır.

Türk üniversitelerinin toplumsal sorumluluk alanındaki çalışmalarının özgün ve etkin olduğunu düşünüyor musunuz?

Bu konuda elimde maalesef bir veri yok. Ancak, sivil toplumun etkin bir kurum olan üniversitelerin , diğer sivil toplum kuruluşları ile birlikte bu alanda aktif rol oynamakta olduklarını gözlemlemekteyim.

İletişim fakültesi mezunlarının firmalar tarafından tercih edilme oranlarını geçmişe oranla ne düzeyde görüyorsunuz ve tercih edilebilirliklerini arttırmak için sizce neler yapılabilir?
Bu konuda da elimde somut bir veri yok. Ancak iletişim fakültesi mezunlarının, iş başvurularında üniversitelerin diğer bölümlerinden mezunlarla birlikte yarıştığını gözlemlemekteyim. Bu; arkadaşların eğitim donanımın yeterli olmayışı anlamında değil, ülkemizdeki genel ekonomik yapılanmadaki yetersizliklerin neden olduğu kısıtlı istihdam olanakları çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Ege Üniversitesi’nden 1977 yılında mezun oldunuz. Üniversite yıllarınıza ilişkin bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?

Okulum önceleri o zamanlar “Yakın Doğu” adı ile tanımlanan , şimdi Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinin bulunduğu yerde idi. Eczacılık Fakültesinin bulunduğu bu dersliklerden bir tanesi de okulumuza ait idi... Ben o dönemde gündüz saatlerinde okulun kantininde sandviççi olarak çalışmakta akşam saatlerinde de derslere girmekteydim. Bir yıl sonra okulumuz Bornova kampüsüne taşındı. Tıp fakültesinin kavdavra derslikleri bize layık görülmüştü.. İnciraltı’nın, oksijen, yeşillik, doğal görünümünden sonra bu derslikler ve ortam tam bir kabusa dönmüştü. İnciraltı yurtlarında kalıyordum. Sabahın erken saatlerinde üç araç değiştirip okula gitmek ve yine üç araç değiştirip İnciraltı’na dönmek gerçekten o günün koşullarında çok zor geliyordu. Okulun müfredat programı da pek çekici değil idi. Okulu bırakmayı düşündüğüm bir dönem de o zamanlar İzmir’in yerel gazetelerinden biri olan Demokrat İzmir’de bir staj imkanı buldum ve gazeteciliğe başladım. Bu imkanı bulmamış olsa idim, belki de bugün okul mezunları arasında yer almayacaktım!

Egeli mezunlara yönelik sizden bir mesaj alabilir miyiz?

Çok basit bir mesajım var; Kendi geleceğiniz için nasıl bir kurgu yaparsanız onu elde edeceksiniz..

Sevgilerimle...

MSK
Mart 2006






Sosyal sorumluluk markaların “aklanma” aracı olmamalı!!


Salim Kadıbeşegil

Mervyn King’e çok teşekkür ediyorum. Sosyal sorumluluk felsefesini öyle bir ifade etti ki gerçekten nasıl bir dünyada yaşamak istediğimi çok net algıladım. Gerçekten sosyal sorumluluğun ne olduğu veya ne olmadığını O’nun ağzından aktarmadan önce Mervyn King ile ilgili –tanımayanlar için- bazı bilgilere yer vermem gerekecek. Mervyn King şu anda, sürdürülebilirlik alanında dünyanın en saygın ve en etkili kuruluşu olan Global Reporting Initiative’in başkanı. Kısaca GRI ise; ekonomik, sosyal sorumluluk ve çevresel duyarlılık alanında yapılacak raporlamalarla ilgili en geniş kabul görmüş standardı oluşturmuştur. Bir sivil toplum hareketi... Birleşmiş Milletler tarafından desteklenmekte ve başta Fortune 1000 şirketleri olmak üzere dünyanın önde gelen kuruluşlarının raporlamalarına esas aldığı bir sivil toplum kuruluşu.

Mervyn King, sadece sosyal sorumluluk alanında değil, itibarın en önemli girdilerinden biri olan iyi kurumsal yönetim konusunda da dünyanın çok yakından tanıdığı bir isimdir. Kendi adını taşıyan King raporu, bu alandaki en öncelikli referanstır.

Bay King, Ocak 2008’de Istanbul’daydı. Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği’nin düzenlediği “Kurumsal Yönetimin strateji ve sürdürülebilir büyümeye katkısı” konulu konferansın onur konuğu oldu. Bu konferanstan bir gün önce yapılan GRI çalıştayına da konuk olarak katılan Mervyn King iş dünyasının bir türlü içinden çıkamadığı sosyal sorumluluk felsefesini şu cümle ile özetledi; “Sosyal sorumluluk, sivil toplum kuruluşlarına, hayır işlerine, bağışlara, okul vb. yatırımlara ne kadar para harcadığınız ve bununla övünmeniz değildir. Sosyal sorumluluk ‘parayı nasıl kazandığınızdır’ “.

İşte bu cümle herşeyi ile kavramın yerli yerine oturmasını sağladı. Çünkü, bu işin o kadar suyu çıkmıştı ki, sosyal sorumluluk sadece ülkemizde değil tüm dünyada “Markaların kendilerini aklamak/yıkamak” için kulandıkları bir deterjana dönüşmüştü. Gelecek kuşaklardan ödünç aldığımız kaynakları har vurup harman savuranların, topluma “şirin” görünmek adına ve sosyal sorumluluk adı altında markalarına cila çekiyor olmaları, perde arkasındaki “sorumsuzlukların” üzerini birazcık ve geçici olarak örtüyor ama bütünüyle kapatmıyor!

King’in özetlediği “paranın nasıl kazanıldığı” gerçekten sorumluluk sahibi olup olmadığımızla çok yakından ilintili. Bir yandan sosyal sorumluluk faaliyetlerine bütçe ayıran ancak diğer yanda çocuk işçi çalıştıran, vergi kaçıran, işyeri ve işçi sağlığı ile ilgili önlemleri para harcamak korkusuyla almayan markaların ve işletmelerin nasıl sorumluluklarını yerine getirdiğini söyleyebiliriz?

Hammadde tedarikinde ucuza kaçan, kalitesiz malı kaliteliymiş gibi gösteren, sevk zincirinde maliyetler nedeniyle hijyeni umursamayan markaların sosyal sorumluluk projelerine kaynak ayırmaları ne kadar inandırıcıdır?

Hesap verilebilirlik, iyi kurumsal yönetimin ana ilkelerinden biri... Ama aynı zamanda sosyal sorumluluğun da ta kendisi... Kim ki, her aldığı kararın, yaptığı işin ve nasıl para kazandığının hesabını açık ve net bir şekilde verebiliyor –ki bunların en başında topluma karşı olan sorumluluklarının da yerine getirilmesi yer alıyor- işte bu kavram kendi kimliği ile o zaman buluşuyor!

Sosyal sorumluluk, bireyin kendi içinde başlayan ve çalıştığı işyerinin kültürüne taşınan bir olgudur. Yani, kendi içimizde sosyal sorumluluk duygusunu taşımıyorsak, çalıştığımız işyerinin az veya çok bütçeli sosyal sorumluluk projelerini toplumla paylaşıyor olması “topal” bir uygulamadır! Bu nedenle, şirketlerin en üst düzey yöneticilerine çok önemli bir görev düşüyor; “onlar, önce kendileri sosyal sorumluluk alanında bireysel davranışları ile ‘role model’ olmak” durumundarırlar. Örneğin; sosyal sorumluluk ilke ve politikaları zincirin tedarik parçasından başlatılıyorsa, zincirin diğer halkalarında anlamlı bir boyut kazanabilecektir. Günümüzde yüzlerce şirket, tedarikçilerine “sürdürürülebilirlik raporu üretmelerini” bir zorunluluk olarak dayatmaktadır. Çünkü, sürdürülebilirlik raporu üretmek demek, sosyal ve çevresel anlamda şirket performansının ne olduğunun şeffaf ve denetime açık bir şekilde kamuoyu ile paylaşabilmek noktasına gelinmesidir. Bu raporun GRI gibi standartlarda oluşturulması bir diğer beklentidir...

Günümüzde, çevresel etkileri önceden biliniyor olmasına karşın vurdumduymazlık ve aymazlık sonucu oluşan sanayileşmenin gelip de tıkandığı yer bir anlamda “geçmişin pişmanlığıdır”... Yaşlı dünyamız “oksijen ve temiz su” krizi ile karşı karşıyadır. Üretim, zaten kıt olan yeryüzü kaynaklarını hızla tüketmekte ve yerine yenilenebilir kaynaklar bulunamamaktadır. Durum bu kadar ciddi ve gelecek kuşakların en az bizlerin kalite ve konforunda yaşanacak bir dünyası olmayacağının bilincinde iken “markaların kendilerini aklamak” amaçlı faaliyetlerine sosyal sorumluluk diyemiyoruz!

Dünyanın en büyük perakende zinciri Wall-Mart tüm tedarikçilerine bir bildiri yayımlayarak 2008 yılından itibaren mağazalarında satılacak her bir ürün ambalajı üzerinde, o ürünün üretiminin neden olduğu karbon emisyonları miktarının yazılması zorunluluğunu getirdi. British Telecom tüm tedarikçilerinin GRI standartlarında raporlama zorunluluğu olduğunu açıkladı. İsveçli TeliaSonera tüm çalışanlarını mecbur olmadıkça uçakla seyahat etmemelerini, araç kullanımında ise mümkün olan tassarufu benimsemeye davet etti. Karbon emisyonları konusunda bir niyet gösterisi olarak...

Madalyonun bir yüzünde bunlar varken, diğer yüzünde –sosyal sorumsuzluk yozlaşmasının bir çıktısı olarak- sivil toplum kuruluşları için bir “pazar” oluştu... Bu pazar, çeşitli sosyal projelerin özel sektördeki kuruluşlar tarafından desteklenmesi nedeniyle ayrılan kaynaklardan oluşuyor. Böyle bir oluşum ister istemez sivil toplum kuruluşlarını bu pazardan “pay alma” yarışına yönlendirdi. Bu yarış doğal olarak sivil toplumu “sivil toplum olmaktan çıkarmaya yönlendiriyor” ! Tek tutunacak dalımız olan sivil toplum kuruluşları sosyal sorumsuzluk bataklığına sürükleniyorlar! Ne uğruna? Markaları yıkamak/aklamak uğruna!

Sosyal sorumluluğun gerçek kimliğinde buluşamaz isek, yakın bir gelecekte ürettiklerimizi satabileceğimiz bir tüketici bulamayacağımızın bilincinde miyiz acaba?

13 eylül 1973 tarihli New York Times Gazetesi nobel ödüllü ekonomist Milton Friedman’ın ağzından şöyle bir başlık üretmişti: “iş dünyasının sosyal sorumluluğu para kazanmaktır!”... Sanırım New York Times o tarihte Friedman yerine Mervyn King ile söyleşi yapsaydı ve başlık “sosyal sorumluluk kazandığınız para değil bu parayı nasıl kazandığınızdır” şeklinde yayımlansaydı sanki bugün daha farklı bir dünyada yaşıyor olacaktık.

Hepinizi internet ortamında kolaylıkla bulabileceğiniz King raporunu okumaya ve www.globalreporting.org’ dan GRI ile ilgili daha fazla bilgi edinmeye davet ediyorum. Bizim ve çocuklarımızın geleceği orada!

TİTANİK NEDEN BATTI

Salim Kadıbeşegil


Titanik 20. yüzyılın en önemli simgelerinden biri idi. Daha ilk yolculuğunda batacağı ancak kurgu romanlara konu olabilirdi. Ama 1500’ü aşkın yolcusu ile battı! O günlerin gelişmişlik, teknoloji simgesi bu koca gemi aynı zamanda çok emin ellerde yola çıkmıştı. Ve herşey kontrol altındaydı. Ama sadece suyun üzeri... suyun altı da belki hesaba katılmıştı ama, o hesaplar o dev transatlantiği denizin binlerce metre dibine gitmekten kurtaramadı.

Titanik ve buzdağları... iş dünyamızın dört bir yanını sarmış Titanikler bu yüzyılın pazar paylaşımını global dünyanın dört bir tarafını sarmış ve nereden nereye yolculuk yaptığı bilinmeyen buzdağları arasında yapıyorlar. Çok ehil ellerde yolculuk yaptığını sandığımız Titanikler birbiri arkasından denizin dibini boylarken biz nerede yanlış yapıldığını bir türlü bulamıyoruz.

Yani “evdeki hesap ‘bir yerlerde’ çarşı ile uyuşmuyor!

İletişimin ve ilişkilerin statejik boyutlarını yöneten bir kişi olarak baktığımda; suyun üzerinde sadece ve sadece “rakamları” görüyorum...

Ve bugün burada olduğu gibi rakamları nasıl denetlemeye çalıştığımızı!

Yani, ortada titanikler var bir de bunlara ait rakamlar... bu rakamların nasıl oluşmakta olduğu ile ilgili süreçler de tamamlayıcı ögeler.

Basit ve yalın anlatımla baktığımda; titanikler neden rakamlarını denetlettirme ihtiyacı duyarlar sorusunu soruyorum.. iki başlıkta verebileceğim cevap var; birincisi “ bu rakamların doğru” olduğuna dair bir mesaj vermek. Ama bunu bir denetim mekanizması olmadan kendisi söylese ne kadar inandırıcı olabilir? Bu nedenle, ikinci cevabımın içeriğine ihtiyaç var; bunları bağımsız bir kuruluşa denetlettiriyorum.. ayrıca kendim de denetliyorum.. yani “bana inanmayabilirsin ama onlar bu işin erbabı ve profesyoneller”

Ama, hepinizin bildiği gibi bu sistem bir kaç kez “duvara tosladı”... örneğin ülkemiz kendini bağımsız kuruluşlara denetlettiren ama insanların kendi bankalarını soymalarına engel olamadıkları için 2001 duvarına tosladı. Bankalardan fal baktığımız günler çok uzaklarda değil!

Ve iş dünyasının “miladı” Enron.. ardında kağıttan kaleler gibi devrilen o Titanikler beraberinde onlara saygınlık kazandırsın diye tuttukları 80 bin kişilik Arthur Andersen’i de denizin binlerce metre altına gömdü.. Sadece bununla kalsa iyiydi.. Denetim şirketleri sektörünün üzerinede kara bulutlar çöktü! Toplumun gözünde her biri Titanik olan bu şirketler bir anda “filika” oldular.

Aslında işin özü basit; iş dünyası; toplumun her kesiminde güven kazanmak için iç ve dış denetim mekanizmalarını çalıştırıyor. Bununla bir saygınlık elde edeceğini ve geleceğini güvence altına alacağını sanıyor! Veya, konuyu getirmek istediğimiz itibarın sadece rakamlardan oluştuğunu düşünüyor!

Yakın bir zamana kadar yeterli olan bu durum artık yerini başka unsurlara bırakmış durumda...

Amerikalı danışman Roger McNamee’nin 11 eylül sonrasında yazdığı “yeni normal” başlıklı makalesi aslında söylemek istediklerimi çok güzel ifade ediyor. Kısaca McNamee diyor ki; 11 eylül ile sadece siyaset değil tüm iş dünyası büyük bir değişim geçirecek. İş yapmanın kuralları, oyunlar yeni baştan yazılacak. İşini eski normale göre yönetenler zaman içinde yerlerini işini yeni normale göre yönetenlere terk edecek.

Eski normal bize şöyle diyordu; ‘para kazan. Kâr elde et..

Ara normale “finansal süreçlerini denetlettir ki sana inanalım” girdi!

Yeni normalde ise; “bizi buzdağının üstü ile değil, altı ile nasıl baş ettiğin ilgilendiriyor. Bunu gösterki yarın da sana güvenelim.”


İşte hala eski normale göre hareket eden şirketlerden bir kaç örnek;

Barbie’nin üreticisi Mattel... Agustos ayında Çin’de ürettiği oyuncakların üzerinde çocuklar için zararlı boya olduğu gerekçesiyle parça parça geri çağırdığı ürün sayısı 20 milyonu geçti... Önce suçu Çinli üreticisinin üzerine atma yolunu seçen Mattel neredeyse ABD ve Çin hükümetleri arasında siyasi bir krize neden oluyordu. CEO’ları Çinli devlet bakanından bizzat özür dilemeye gitti de konu birazcık soğudu.

Ve Enron.. 70 milyar dolarşlık şirket bir anda 30 milyonluk hale geldi. Amerikalıların tarihlerinde ilk kez düzenli elektrik kesintileri ile tanıitıran bu şirketin aktörlerinin sonunu da biliyorsunuz. Ek bilgi; Enron batmadan önce sosyal sorumluluk alanında ABD de en fazla para harcayan şirketlerden biriydi.

Yakın geçmişte tüm dünya basınının ve televizyonlarının en kapsamlı haberlerrinden biri idi Dünya Bankası... Wolfowitz istemeye istemeye istifa etmek zorunda kaldı. Oysa yasalara aykırı bir şey yapmadı.sadece her Amerikan vatandaşının başvurabileceği Dışişlerindeki bir pozisyona kız arkadaşını önerdi! Ama dünya sarsıldı!

Ve insanlar sokaklarda... Her bir Titanik “Biri bizi gözetliyor evinde sanki”.. Eski normalde, kimse ürün geliştirme çalışmalarında hayvanlarla ne yaptığımızı sorgulamazdı. Yeni normal oyunun kurallarını değiştirdi!

“Biz büyüğüz bize bir şey olmaz” anlayışı iflas etti! 160 yıllık Siemens’in 450 bin kişiye istihdam sağladığı Alman savcıları pek ilgilendirmedi! Göreve gelişi ile yatırımcılara 3,5 misli değer yaratan CEO Kleinfeld kendisinin neden olmadığı ama iyi yönetemediği iş dünyası tarihinin en büyük finans skandallarının altında ezildi ve istifa etmek zorunda kaldı.

Globalleşme beraberinde bir sürü sorun getirdi. Duvarlarda asılı duran değerler tablolarının hergün tozu alınmasına karşın bazıları çöp sepetine gitti. Kökleri aynı ülkeye ait “milliyetçi markalar” bile birbirine girdi. Louis Vuitton, ülkedaşı Carefour’u, Çin’deki Carefour mağazalarında sahte Louis Vuitton’ler satıldığı gerekçesiyle mahkemeye verdi!

Ve asıl tehlike; “mutsuz çalışanlar”! iş dünyasının dinamikleri için eski normalde bunlar personeldi! Ara normalde “insan kaynakları” oldular. Ama yeni normal buna “çalışan markası” diyor. Kim ki bunu keşfedememiş, buzdağının altında onu bir sürpriz bekliyor olabilir!

Sonuç;

İçinde finansal bilgilerimizin yer aldığı mali tablolar tabii ki gerekli.. Önemli.. Bunlarsız olmaz.. Ama bizim baktığımız pencereden burası suyun üstü. Ve burada sadece buzdağının görünen kısmı var. Küresel ısınma nedeiyle erimekte olan buzullarla da bir ilgisi yok! Ve eriyen buzullar globalleşen dünyaya eskisinden çok daha fazla buzdağı salıyorlar. Bunlara her Titanik çarpışında yer kürede sular biraz daha yükseliyor. Kendi yaptığı işin yanısıra yer kürenin sorunlarına da duyarlılık gösteren şirketler gelecek için sürdürülebilir kârlılık güvencesi yaratıyorlar. Yani itibarlı şirketler haline dönüşüyorlar.

Eğer, sadece suyun üzerindekiler ile yetinecek ve işimiz sadece finansalları denetlemekle sınırlı olacaksa, inanın, sular öyle bir yükselecek ki, finansallarını denetleyecek bir şirket yerkürede kalmayacak!

MSK

İç Denetim Enstitüsü Kongresi
Crown Plaza
İstanbul
9 Kasım 2007

Global Compact Türkiye'nin Anayasası olursa!

Global Compact (Küresel ilkeler sözleşmesi) Anayasa olsa Türkiye’nin itibarı ne olur?

Salim Kadıbeşegil

1999 yılında, o zamanki Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Anan tarafından açıklanan “Küresel İlkeler Sözleşmesi” günümüzde Türkiye’nin de gündeminde yer alan bir konu başlığıdır. Her ne kadar bu sözleşmeye imza atan ama yükümlülüklerini yerine getirmeyen 30’a yakın Türk şirketi bu sözleşmenin kapsamı dışında bırakılmışsa da sayısı 70 civarındaki şirket ile yolumuza devam etmekteyiz.

Küresel ilkeler sözleşmesi, “iş dünyası ile insanın” buluşma biçimini tarif etmektedir. Dünyanın hangi coğrafyasında yaşarsak yaşayalım, yeryüzünün kısıtlı kaynaklarının sürdürülebilirlik ilkeleri ile yönetilmesi ve böylece gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmayı hedef almaktadır.

Birleşmiş Milletler tarafından açıklanması ve yüzlerce şirketin bu ilkeleri benimsemesinin ardından neredeyse on yıllık bir gecikme ile ülkemiz gündemine giren bu evrensel ilkeler; 10 ana maddeden oluşmakta ve 5000’den fazla paydaşı ile yer yüzündeki en kapsamlı sivil toplum hareketi olarak tanımlanmaktadır. İnsan hakları, iş gücü, çevre ve yolsuzlukla mücadele üst başlıkları ile tanımlanan bu ilkeler daha kaliteli bir yaşamın özlemini duyan tüm insanlık için geliştirilmiş olmakla birlikte gönüllülük esasına dayalı bir katılımı tarif etmektedir.

21. yüzyıl bir anlamda sivil toplumun sesinin yükseldiği bir yüzyılı simgelemektedir. Global Compact bunun en güzel göstergeleri arasındadır. Tabandan yükselen ve yaşanabilir daha iyi bir dünya ile ilgili beklentiler Birleşmiş Milletler’ in öncülüğünde “Küresel İlkeler Sözleşmesine” dönüşmüş durumdadır. Bu ilkelerin ayak sesleri 1992 yılında yapılan Rio konferansında duyulmuştu. Sürdürülebilir insanı gelişim ve kalkınma başlıklı kavramın açılımı bizi günümüzde Küresel İlkeler Sözleşmesi ile buluşturmaktadır.

Önceleri, şirketler “itibarlarına değer katsın” yaklaşımı ile bu ilkeleri benimsemişlerdi. Ancak zaman içinde bu ilkelerle uyumlu politikaların global pazarlarda kendilerine birer rekabet avantajı yarattığını gördüler. Çünkü, tüketici, yatırımcı, çalışan ve toplum genelinde “tercih” edilen birer kurum haline dönüşmenin içeriği bu yaklaşımın içinden doğmuştu. Bunun doğal sonucu olarak da şirketlerin iş sonuçları bu yaklaşımdan nemalanmaya başladı! Bu ilkeleri uygulayan şirketlerde çalışan bağlılığı arttı, nitelikli ve yetenekli gençler için bu şirketler birer çekim merkezi oldu. Tüketici, ürün ve hizmetlerini satın aldığı markaların arkasında bunları üreten şirketlerin Küresel İlkeler Sözleşmesine imza atmış olduğun görünce bağlılığını tekrar satın alma ve tavsiye etme davranışları ile gösterir oldu. Yatırımcıların ilgisi bu şirketlere yoğunlaştı. Evrensel değerlere duyarlılık gösteren şirketler bir anlamda gelecek güvencesi ve yönetim kalitesi yaratıyorlardı. Finansal verilerin dışında elle tutulamayan değerleri simgeleyen bu görüntü yatırımcılar için de bir güvence oldu. Sivil toplum, kriz ortamlarında, zor zamanlarda bile bu şirketlerin yanında duran bir görünüm sergiledi.

Bütün bu oluşum şirketlerin pazar değerine yansıdı! Global pazarlarda daha etkin ve güçlü rekabet eder konuma geldiler. Beğenilen, tercih edilen, itibarlı kurumlar haline dönüştüler ve dönüşmeye de devam ediyorlar.

Öte yandan, Global Reporting Initiative isimli sivil toplum kuruluşu 2000 yılından bu yana şirketlerin ekonomik, sosyal ve ekolojik çevre alanındaki performansını ölçen standartlar geliştirdi. Global pazarların önde gelen ve sayıları bini aşkın şirket bu raporlama sistemini benimsedi. Küresel İlkeler Sözleşmesi’nin bir anlamda tanımlanmış standartlarla raporlaması olan bu sistematik günümüzün en kapsamlı ve derin performans yönetim sistemi olarak tanımlanıyor.

Bütün bu sistematik, liberal ekonominin geçerliliğini koruduğu tüm pazarlarda şirketlerin amansız rekabet mücadelesine yansıdı. Bir anlamda, şirketler, ekonomik göstergelerin dışında sosyal ve çevresel alanlarda da rekabet ederek daha “yaşanabilir” bir dünyanın birer parçası haline geldiler.

Şimdi düşünelim; eğer Global Compact Türkiye’nin Anayasası olsa idi... Yani, Türkiye’yi yönetenler Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen Küresel İlkeler Sözleşmesinin altına imza atıp bunu ülkenin Anayasası olarak benimselerdi... Türkiye’nin dünya ülkeleri arasındaki itibarı ne olurdu?

Yani Anayasa’nın maddeleri şunlardan oluşmuş olacaktı; Küresel İlkeler Sözleşmesinin içeriği ve maddeleri şunlardır:


İNSAN HAKLARI
İlke 1: İş dünyası ilan edilmiş insan haklarını desteklemeli ve bu haklara saygı duymalıdır.
İlke 2: İş dünyası, insan hakları ihlallerinin suç ortağı olmamalıdır.
·
ÇALIŞMA KOŞULLARI
İlke 3: İş dünyası çalışanların sendikalaşma ve toplu müzakere özgürlüğünü desteklemelidir.
İlke 4: Her türlü zorla ve zorunlu çalıştırmaya son verilmelidir.
· Çalışanlar emeklerini kendi isteği ile yapmalıdırlar. Kanunlara uygun şekilde çalışmalı ve istifa edebilmelidirler. İşyerlerinde zorlamalara ve şiddete maruz kalmamalıdırlar. Ücretleri nakdi olarak ödenmelidir.
İlke 5: Her türlü çocuk işçiliğe son verilmelidir.
İlke 6: İşe alma ve çalışma süreçlerinde ayrımcılığa son verilmelidir.


ÇEVRE
İlke 7: İş dünyası çevre sorunlarına karşı ihtiyati yaklaşımları desteklemelidir.
İlke 8: İş dünyası çevreye yönelik sorumluluğu arttıracak her türlü faaliyete ve oluşuma destek vermelidir.
İlke 9: Çevre dostu teknolojilerin gelişmesi ve yaygınlaştırılması özendirilmelidir.


YOLSUZLUKLA MÜCADELE
İlke 10: İş dünyası rüşvet ve haraç dahil her türlü yolsuzlukla mücadele etmelidir.


Tanımlanmış bu ilkelerin alt açılımları ile birlikte bir Anayasa’nın yürürlükte olduğu bir ülkenin iş sonuçları acaba şirketlerin ki gibi olumlu etkilenebilir miydi? Yani; o ülkede yaşayan insanlar (çalışanlar) ülkelerine daha bağlı ve mutlu bir toplumu temsil edebilir miydi? Tüketiciler (yerli ve uluslararası) bu ilkelerle yönetilen bir ülkenin ürün ve hizmetlerini daha mı öncelikli tercih ve tavsiye ederlerdi? Yatırımcılar, (yerli ve uluslararası) için bu ilkelerin ön şart olduğu Türkiye daha cazip bir yatırım tercihi olur muydu? Avrupa Birliği, NATO, Birleşmiş Milletler, OECD gibi çok ülkeli temsil kuruluşları ve A B D gibi ülkelerin (sivil toplum) Türkiye ile olan ilişkilerinde bu Anayasa nedeniyle ilişkiler farklı bir boyut taşır mıydı? Bunlarla birlikte, aynen şirketlerin yaptığı gibi, ülke performansını ekonomik, sosyal ve ekolojik çevre başlıkları altında tanımlamış Global Reporting Initiative standartlarına göre ölçümleyen ve raporlayan Türkiye ülkeler arası gelişmişlik biriminin değişimine öncülük eder miydi?

Yani sonuçta, böyle bir anayasayı benimsemiş Türkiye “farklılaşmış” ve “itibarlı” bir ülke konumuna gelebilir miydi?