1 Mayıs 2008 Perşembe

Krizlerde ancak yönetim kalitesi ile ayakta kalır ve geleceği yönetebilirsiniz!

  • Türkiye kadar kriz deneyimi yoğun bir başka ülke yoktur herhalde... Bu deneyime karşın iş hayatında kriz yönetme yetkinliğimizi “likidite” bazlı operasyonel planlar üzerine inşa ediyoruz!

    Krizler, kendi içindeki tüm çalkantılara karşın aynaya bakmamızı sağlıyor. Saçımızı başımızı yolduğumuz değil, taramaya başladığımız dönemlerdir krizler. Geçmişten dersler çıkardığımız, dışımızdaki dünyanın değişim dinamiklerinin neler olduğunu anlamaya çalıştığımız özel dönemlerdir.

    İş dünyasının dinamikleri 1990’larla birlikte “çok para kazanmak” bazlı olmaktan “çok değer yaratmak” sürecine girdi. Fortune’un “En büyükler listesinde” olmaktansa “En beğenilenler listesinde” olabilmek yarışı başladı. Beğeniyi tetikleyen dinamikler finansal odaklı olmaktan çıktı. Şirketlerin pazar değerlerinin % 60’ını artık elle tutulamayan değerler oluşturuyor![1] Çok para kazandığımızın belgesi olan finansal raporlar “geçmişi” temsil ediyor. Değer yarattığımızın belgesi olan “sürdürülebilirlik raporları ise “geleceği”...

    Çalışanlara “maraba”[2] gözüyle baktığımız günler çok uzakta değil. Ama o “maraba”lar bugün bir çok şirkette yatırımcı! Tasarrufları ile geleceklerini güvence altına alacakları şirketleri özenle seçiyorlar. Seçim kriterlerinin arasında finansal performans göstergeleri alt sıralarda yer alıyor. Çalıştıkları şirketin sosyal politikalarına yön veriyorlar. İşverenler de “çalışan markası” konsepti ile bu beklentilere yanıt arayışı içinde. Mükafatı ise şirketlerin pazar değerinin içinden geliyor. Çalışanlarını marka haline dönüştürmüş şirketlerin pazar değerleri içinde bu politikalarının karşılığı % 16’lardan başlıyor.[3]

    İçinde yaşamakta olduğumuz kriz her ne kadar siyasi bir gündemin parçası gibi görünse de aslında Türkiye’nin ekonomik politikalarının bugün ulaştığı matematiksel açılımların bir ürünü. Buna rağmen bu dönem geçip gitmek durumunda.. Yaşam devam ediyor... 1994’de, 1999’da ve 2001’de olduğu gibi geride kalacak. İş dünyasında “birileri” dersler çıkaracak, “diğerleri” iş hayatının kütüphanesindeki tozlu raflarda “tarih” olacak.

    Enron’la birlikte değişimin dinamikleri tetiklendi. Amerikalı danışman Rogen McNamee’nın adını koyduğu “Yeni Normal” iliklerimize kadar işledi. Eskinin kuralları ile işini yönetmek ısrarcılığında olanlar birer birer veda ediyor... Daha on yıl önce esamesi okunmayan Google 65 milyar dolar ile en değerli marka oluveriyor. Öldü, bitti, kanserden gidiyorla gündemi işgal eden Steve Jobs birbiri ardına gündem oluşturuyor. Sadece Amerikayı değil, dünyayı yöneten General Motors’lar, Ford’lar, Shell gibi kuruluşlar “büyüklük” sıralamasındaki yerlerini bile “yeni yetme” çocuklara terk etmek zorunda kalıyorlar.

    Çünkü değişimin dinamikleri “sosyal sermayeyi” tetikliyor... Elle tutamadığımız, gözle göremediğimiz bu sermaye “değer” üretiyor. Para ediyor! Gelecek vaat ediyor!

    Sosyal sermayeyi ise “iyi yönetilen ve bunu yönetim kalitelerine borçlu” olan şirketler oluşturabiliyor! Çünkü toplum, güveni, bu kalitenin oluşturduğu temel yapılanmada arıyor ve buluyor! Tüketici, raftan alışveriş arabasına koyduğu ürünün arkasında hangi şirketin olduğuna bakıyor. O şirketin yönetim kalitesi ile ilgili kanaatlerine göre ya alışverişe devam ediyor ya da aldığı ürünü rafa iade ediyor! Yatırımcıların değerleme karnesindeki 100 puanın 48’i yönetim kalitesi ile ilgili hususlara ait.[4] Kalanları finansal değişkenler.. Ama bu 48’den geçer not alamayanlara yatırım ve kredibilite kapıları açılamıyor! Öte yandan, Nitelikli çalışanlar iyi yönetilen şirketlerde çalışmak istiyorlar. Birinci tercihleri bu şirketler için. Şirket çalışanlarının bağlılığı da çalıştıkları şirketin yönetim kalitesinden ne oranda geçer not aldığı ile ilgili...

    Sosyal sermayeyi neler oluşturuyor? Yapılan araştırmalar içinde çok kapsamlı bir içerik olmasına karşın 4 ana başlıkta bunlar özetlenebilir.

    Kurumsal yönetim ilkeleri
    Kurum itibarı
    Sürdürülebilirlik politikaları ile yönetim
    Çalışan markası yaratmak


    Kurumsal yönetim ilkeleri şirketin; etik, adil, açık, şeffaf ve hesap verebilirlik ilkeleri ile “iyi bir kurumsal vatandaş” olmasını hedeflediği alanları tarif ediyor.

    Kurum itibarı, şirketin paha biçilmez sermayesini korumak ve kollamak adına, başta ekolojik çevre ve sosyal sorumluluklar olmak üzere, toplumun değerleri ve duyarlılıkları ile buluşmak amaçlı politikaların üretilmesi ile ilişkili...

    Sürdürülebilirlik politikaları “yönetim kalitesinin” uluslararası geçerliliği olan raporlama sistemleri ile performansını belgelemesi...

    Çalışan markası yaratmanın temel koşulu “çalışanları” değer olarak tanımlamak. Zar zor bulduğumuz, yetiştirdiğimiz, eğittiğimiz ve geleceğimizi emanet ettiğimiz çalışanlarımıza sahip çıkmak. Her birinin şirketin kültür ve değerlerini her ortamda ve her koşulda temsil etmesini sağlamak. Gönül rızasıyla!

    Şirketlerin global pazarlarda yetkinliklerini artırması, performansları ile bir gelecek güvencesi yaratmaları sosyal sermaye birikimlerine bağlı! Yönetim kalitesi “iyi” olan şirketler bu krizde bunu fırsata dönüştürecek olanlardır!

  • [1] RAES THIERRY, Pricewaterhouse Coopers, Sürdürülebilirlik Semineri, Mart 2008, ISTANBUL
    [2] OĞUZ ŞEREF, Peryön ortak akıl toplantısı, Şubat 2008, Istanbul
    [3] AMBLER TIM, Employee-based brand equity London Business School

    [4] LOW JON- KALAFUT PAM, The Invisible Advantage

Bir haber daha!



Gerçekten vahim bir durum... "Şirketlerin kendilerini haklı çıkartmak için geçmişte yapmış oldukları yatırımları" öne sürmeleri ne kadar toplumun vicdanıın hafifletir acaba?

"İsteyen dava açsın" Türkiye'de adaletin itibarını da ortaya koymuyor mu?

Neresinden bakarsak bakalım "vahim" bir durum..

İş dünyası "eski normali" bir kenara bırakamıyor! Çok istihdam yaratmak, çok yatırım yapmak, çok para kazanmak... bunlar "eski normal"de kalmadı mı? Yeni normalin penceresinde "değer" yaratmak yok mu?