sosyal sorumluluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sosyal sorumluluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2009 Pazartesi

Şimdi Stratejik İletişim Zamanı


ŞİMDİ STRATEJİK İLETİŞİM ZAMANI
SALİM KADIBEŞEGİL
MEDİACAT YAYINLARI
2009



GfK sponsorluğunda yayımlanan kitabın "Giriş" ve Sayın Tuncay Özilhan'ın yazdığı "Önsöz"den...

GİRİŞ

Bu yayın halkla ilişkiler alanında kendimizi yenileme fırsatı veren bir kitap değil... Yükselen değerlerden biri olan sosyal sorumluluğa yaklaşım biçimimizi oluşturmak için tutunacağımız bir dayanak da değil... Etik anlayışımızı, şeffaflık, açıklık ve hesap verebilirlik tanımlamalarımızı sorgulayacağımız bir içeriğe de sahip değil... Kurum itibarını yönetmek konusunda yetkinliklerimizi sınayabileceğimiz bir reçete de sunmuyor!

Yayın, daha önce yayımlanan diğer 5 kitapta olduğu gibi -Halkla İlişkilerde Temel İlkeler (1985), Halkla İlişkilerin Reçetesi (1990), Halkla İlişkilere Nereden Başlamalı? (1997), Kriz Geliyorum Der! (2002) ve İtibar Yönetimi (2006)−iş dünyasında iletişim ve ilişkilerin yönetimi alanında “doğrular ve yanlışlar” arasındaki gözlemlerin ufuk turu... Bu ufuk turunun çıktısı eğer bize “iletişimde yeni bir vizyon oluşumuna” katkı sağlarsa ne mutlu bize!

Teorik bilgilerin alt yapısını oluşturduğu, ancak uygulamaların zenginliği ile iş hayatının içinde anlam bulan bazı kavramlar bu kitap içinde yan yana oturuyorlar! Halkla ilişkiler ne idi, ne oldu? Neden kurumsal iletişim bugün halkla ilişkileri oturduğu yerden kaldırmaya çalışıyor? Sosyal sorumluluk, kurum itibarı, etik anlayış, kurumsal yönetim gibi kavramlarla kurumsal iletişimin ne ilgisi var? Şirketin logosu, vizyonu, CEO’ların peformansı ile kurumsal iletişim arasındaki bağlar ve hatta “düğümler” nerede?

İş dünyası rekabeti artık “ nerede” arıyor? Hayatımıza giren “sürdürülebilirlik” sadece bir pazarlama anlayışı mı? Ürünlerimizi “yeşile” boyayarak bir rekabet avantajı mı yaratmak istiyoruz?

Tarihe “Kara Eylül” olarak geçecek ve Amerika Birleşik Devletleri’nin başını çektiği kapitalist sistemin temelden sorgulanacağı gelişmeler, büyük finans kuruluşlarının birbiri arkasına batmasını gündeme getirdi. 1989’da Berlin Duvarı ile 20. yüzyıla damgasını vuran bir sistem tarihe gömülmüş idi. Şimdi de rakibi “can çekişiyor”... Wall Street duvarının yıkılacağı, yerle bir olacağı kimin aklına gelirdi?

Peki, dünya nereye gidiyor? 1950’lerde ayrışan ve “benim düzenim daha iyidir” şeklinde kurgulanan sistemlere n’oldu? Sistemin oyuncuları olan IMF’ler, BM’ler, Dünya Bankası vb. kurumların da “raf ömrü” doldu mu acaba?

Kitap içinde, Global Reporting Initiative Başkanı Mervyn E. King’in bir tespiti var: “Dünya sosyal kapitalizme gidiyor?” Bu tespit acaba ne kadar gerçek?

Peki, dünyanın dört bir tarafındaki gelişmeler, daha ideal bir dünya ve sistem tanımı içine yoğunlaşırken, şirketler, toplumla aralarındaki iletişimi ve ilişkileri hangi esaslarla doğru yönetecekler? CEO’lar, stratejik kararlarını hangi veriler üzerine inşa edecekler? Rekabet, hangi değerler üzerinde yükselecek? Hepsinden önemlisi, “sürdürülebilir kârlılık” nasıl güvence altına alınacak? Bu hedeflere yönelik uygulamalarda iletişim ve ilişkiler hangi esaslara göre yönetilecek?

Kitap, üst düzey yöneticilerin kurumsal iletişimle ilgili değerlendirmelerine ışık tutmakla birlikte, özellikle, iletişimi yönetmekle görevlendirilmiş kadroların kendi birikim ve gözlemlerine katkı sağlayabilecek bir açılımı gündeme getiriyor. Bu açılım, belki de, iletişim ve ilişkilerin stratejik olarak yönetmek adına öğrendiğimiz birçok “doğru”yu gündemden kaldıracak.

Bunun böyle olması gayet normal. Çünkü 11 Eylül saldırısı ve Enron’un tsunami dalgalarının yarattığı ortam, “hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının” göstergesi oldu. Artık, yeni bir dünya var ve bu dünyanın da yeni kuralları! Bu kurallar, doğru bildiklerimizin çöp sepetine atılma zamanının geldiğine işaret ediyor olabilir.

Değişime uğramayacak bir tek olgu var; şirketlerin toplumun güvenine olan gereksinimleri, toplumun da güvenebileceği şirketlere olan gereksinimi... İşte kurumsal iletişim, şirketlerin bu beklentilerini karşılayabilecekleri bir kavram ve disiplin...

İşler ve roller değişiyor... Daha doğrusu değişmek zorunda! Şirket yöneticileri artık, yaptıkları işlerin ağır bedellerini ödemek istemiyorlar. “Keşke zamanında biri bizi uyarsaydı” diyorlar.

Şimdilerde, şirketlerdeki kurumsal iletişim yöneticileri, hiyerarşik yapılanmadaki bir görevli olmaktan çok, bir “ombudsman” sorumluluğu içinde hareket etmeleri gereken profesyoneller... Toplumun çıkarlarını korumak ve gözetlemek adına, “her şeye” burunlarını sokan ve belki de “stratejik” kararların yol ve yön değiştirmesinde etkin rol oynayacak kişiler.

Bu yetkinlikteki kurumsal iletişim yöneticilerinin çıkışları, ona, buna, her şeye karışıyor olmaları, birçok kişinin işine gelmeyecektir... Şirket menfaatlerini görmezden gelen ve hatta bunlara ihanet eden kişiler gibi de algılanacaklardır. Kendini değiştirmek konusunda direnen organizasyonel yapılar gelişmeleri böyle değerlendireceklerdir.

Ancak, yine de, kurumsal iletişimin yeni açılımı, toplum içinde “saygın, güvenilir ve varlığı takdir edilir” bir kurum oluşturmaya yönelik çabaların ürünü olarak tanımlanacaktır. Durum böyle olunca, kurumsal iletişimcilerin, şirketin orta ve uzun vadedeki çıkarlarını düşünen, “kısa günün kârı” anlayışından uzak kimlikleri olacaktır.

Bu değişimin bu noktalara varabilmesi şirket yönetimlerinde “yeni bir vizyonun” gerekliliğini kaçınılmaz kılmaktadır. Çünkü zamanında halkla ilişkilerin “ilişkileri” unutup iletişime odaklanması ve özellikle de “medya iletişiminden” medet umması, bu mesleğin bir kimlik erozyonuna uğramasına neden oldu. Asli işi olan “ilişkiler” işin “zor” kısmıydı. Kim uğraşırdı, bu ilişkileri, stratejik bir amaca yönelik kurgulamak ve boşa zaman harcamaktan! Medyada görünürlük yaratmak kestirme bir yoldu ve halkla ilişkiler bunu tercih etti. Kavramsal bir ironi herhalde, “kurumsal iletişim” de iletişim odaklı bir yaklaşımı tercih ediyor ama asıl yoğunlaştığı alan “paydaş entegrasyonu”... Yani ilişkilerin yönetilmesi! Şirketin tüm paydaşlarının beklentilerinin doğru olarak tanımlanması, şirket stratejilerinin paydaşları ile sahip olunan ortak kültür ve değerleri dikkate alarak iletişim alanlarına taşınması... Bu nedenle, günümüzde çok uluslu şirketlerin organizasyonlarında “Kurumsal ilişkiler” adı ile yapılanmalara gidiliyor. Yatırımcı ilişkilerinden, yerel toplum entegrasyonuna kadar kurumsal düzeyde bu ilişkilerin etkin bir şekilde yönetilmesi hedefleniyor. İlişkilerin “sahipsiz” kalmaması gerektiğinin altı çiziliyor.

Bir dönem daha iletişim ve ilişki yönetiminde bu “karmaşa” devam edeceğe benzer. Taşlar henüz yerli yerine oturmadı... 1980’lerde “yatırımcı ilişkileri” halkla ilişkilerin içinden kopup ayrı bir meslek dalı haline gelmişti. Lobiciler, “Biz zaten ayrı bir iş yapıyoruz” diyerek kendilerini ayrıştırmışlardı. Sıra kurum içi iletişim yönetenlerde!!! Ayrı bir meslek olarak otonomilerini ilan etmelerinin eli kulağında. Kurumsal iletişimciler, halkla ilişkilere bir “omuz” atarak oturacak bir yer bulacaklar. Kurumsal ilişkileri yönetenlerde “Biz farklı bir iş yapıyoruz” diye kendi sandalyelerini iletişim salonunda farklı bir renge boyayacaklardır.

Peki, Nike, Shell, Coca-Cola, General Electric, British Telecom gibi dünyanın önde gelen şirketlerinin organizasyonlarındaki “Sürdürülebilirlik Direktörlükleri” hangi sınıfa girecek?

Kıssadan hisse; yolumuz uzun... Daha birçok kavramla iç içe yaşayacağız. Organizasyonel kültüre ve beklentilere uygun görev tanımlarımız olacak. Düne kadar doğru bildiklerimizin bugün pek bir geçerliliğinin olmadığını göreceğiz. Ama şu hiç değişmeyecek; şirketler kurumsal düzeyde ilişkileri ve iletişimi yönetmek durumunda. Bunun da bir sahibi olacak!

ÖNSÖZ

TUNCAY ÖZİLHAN
ANADOLU GRUBU
YÖNETİM KURULU BAŞKANI



Zaman hızla akıp giderken toplumun değer yargıları da değişime uğruyor. Tercih ve seçimler bu yeni anlayışın etkisi altında gerçekleşiyor.
Artık öncelikli olarak elle tutulamayan değerlerin varlığı sorgulanıyor. Ahlaki değerlerin önemi, adalet duygusunun hakimiyeti, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri; İş hedeflerine ulaşabilme ve karlılığın çok ötesinde, değerlendirme kriterlerinin ilk sıralarında yer alıyor.
Başarının, sosyal sorumluluk alanındaki duyarlılık, topluma örnek ve öncü olabilecek açılımlar ile bağlantılı olduğu aşikar. Toplumun bütün kesimleriyle güven bağı oluşturabilmenin bu ilkelere dayalı olduğu daha net anlaşılmış bulunuyor.
Bu anlayışa, hem şirketlerimizin iş dünyasındaki başarıları hem de toplumsal yaşamın her alanında gerçekleşecek sosyal barış ve gelişmişlik için çok ihtiyacımız var.
Sınırların daha ince çizgilerle çizildiği, toplumların küresel gelişmelere odaklandığı günümüzde yerel olduğu kadar evrensel değerler de önem kazanıyor.
Türk şirketleri, bu alanda dünyanın önde gelen çok uluslu şirketleriyle yarışabilecek yetkinliklerle donanmak ve yeni iş modelleri yaratmak zorunda.
Bilgi çağında küresel rekabetin ön koşullarından biri de iletişimi yönetmek. Şirketler ancak sahip oldukları değerlerin iletişimini yaparak pazar değerlerini artırabiliyor ve geleceklerini güvence altına alabiliyorlar.
Elinizde tuttuğunuz bu kitap, kurumsal iletişimin stratejik yapılanması için gerek duyulabilecek bütün bilgileri içeren yapısının yanı sıra günümüzde çok daha önemli ve öncelikli bir kavram haline gelen “itibar”ı da her yönüyle ele alıyor.
Her seviyede yöneticinin bu kitabı okuması, uygulaması ve el altında bulundurması gerektiğine inanıyorum.

29 Ağustos 2008 Cuma

Kültür başkenti olmak bir “itibar sınavıdır”…


Promice Dergisi/Temmuz 2008/ Salim Kadıbeşegil

Bir zamanlar bir televizyon konuşmamda “Türkiye, keşke bir heykeltıraşın vergi rekortmeni olduğu bir ülke olsaydı” demiştim. Kültürel varlıkları ve değerleri konusunda yeryüzünün en kıskanılacak ülkesinin, bu varlıklarını görmezden geldiği, umursamadığı, toplumu ve bireyleri bunlarla bütünleştiremediği gerçeği ile yaşamak herkesi yoruyor.

Yıllarca, kültür ve sanatla yoğurulmuş bir avuç insanını, yaşamı onlara dar ettiğimiz için dünyanın dört bir köşesine savurmuş kaç ülke vardır ki?

Orhan Pamuk’un Nobel edebiyat ödülünün açıklandığı gün Stockholm’deydim. İsveçlilerin kıskançlık dolu bakışlarının eşlik ettiği sahnelerde tebrikleri kabul ettim. Mesleğim gereği katıldığım uluslararası bir toplantıda bir İtalyan meslektaşımın gözlerimin içine buğulu gözlerle bakarak diğer katılımcılara tane tane anlattığı “Leyla Gencer” efsanesinden sonra, Türkiye’yi hiç bilmeyen, tanımayan diğer delegasyonla aramızdaki yakınlaşmanın nasıl doruğa çıktığına tanık olmuştum. Bir Londra gezim sırasında Charring Cross sinemalarından birinde gördüğüm Yavuz Turgul’un Eşkiya filmi için duraksamadan iki bilet aldım ve bir İngiliz meslektaşımı götürmüştüm. Aynı hafta, meslektaşımın şirketindeki çalışanları toplu olarak o filme götürdüğünü ve ikinci kez hayranlıkla izlediği filmi unutmasının mümkün olmadığını teşekkür notunda görmüştüm.

Yaşamı kültür ve sanatla harmanlamak kadar insan yaşamının doğal bir döngüsü olabilir mi? Gezdiğimiz, gördüğümüz ülke kentlerinin parkları, bahçeleri, binaları, sarayları aslında o ülke insanının kendini yaşamla nasıl iç içe sarmaladığının göstergesi değil mi? O yapıtlara adları verilen kültür ve sanat insanları zaten o toplumun sokakta yürüyen sade, gösterişsiz ama “iyi yaşamın iddiasını soluklayan” insanları mıdır?

Dr. Şeref Oğuz kültürü ‘tarlaya’ değerleri ise bu tarlanın ‘tohumlarına’ benzetmişti. Her kültürel yapılanmanın açılımda bunu üretenlerin sahip olduğu değerleri görmek mümkün. 5000 yıllık bir yerleşime sahip bu toprakların sahip olduğu kültürel birikim aynı zamanda insanlığın ortak değerlerinin simgesi… Ortak yaşamın kurallarının belirlenmesi, para, üretim, sosyal yaşam, bolluk ve bereketin hakça paylaşılması, din, dil, sanat ve bizim bugünlerde sahip çıkmaya çalıştığımız her şey zaten bu toprakların dokusunda var. Sadece bu topraklarda yaşayanlara değil tüm insanlığa “iyi yaşam haritası” olmuş. İnsanlık bu değerleri “kutup yıldızı” gibi simgeleştirmiş. Hemen her ırktan, her cinsten, her coğrafyadan milyonlarca insanı 700 yılı aşkın bir süre bir arada tutmayı başaran yönetim anlayışının ardında yatan felsefenin dayanağı kültürel hoşgörü ve sempati değil midir?

Şimdi İstanbul bir sınava giriyor. 2010 yılında görücüye çıkacak. Bir anlamda Türklerin ve Türkiye’nin itibar sınavı bu! Bu sınavdan geriye kalacaklar; çarpık kentleşme, varoş yaşamı, kirlenen çevre, fanatizmin salya sümük köşe başlarındaki fotoğrafı, erkeğin 5 metre arkasında yürüyen kadınlar mı olacak? Yoksa iç hacmi 15 milyonluk bir nüfusa ulaşmış bir kentin, matematiğin temel işlemlerine bile aykırı alınan kararlarla yönetiliyor olmasına karşın, kültür ve sanatla sarmaş dolaş bir yaşam kalitesini inşa ediyor olması mı?

Abidin Dino mutluluğun resmi konusunda ne kadar zorlanmıştır? Bilmiyorum… Ama dünya ulusları arasında bizim mutluluğumuzu ayrıştıracak temel birikimin; kültürel mirasımıza bir yandan sahip çıkarken, diğer yandan başta çocuklarımız olmak üzere toplumun her kesiminin bu mirasa kendince katacağı ve bunun için üreteceği bazı değerlerimizin olduğu bilincinin aşılanması olacağını düşünüyorum.

1990’lı yılların başında harita üzerinde Türkiye’nin yerini bilmeyen Amerikalıları “Muhteşem Süleyman” sergisi ile fethetmiştik! O yıllarda sergiyi gezen Amerikalılar, büyüdüler, iş hayatına atıldılar, kariyer basamaklarında birer birer çıkıp milyar dolarlık şirketleri yönetir oldular. Ve, entelektüel düzeyleri yüksek topluluklara hitaben yaptıkları konuşmalarda “Muhteşem Süleyman’a” atıfta bulunarak dünya toplumları arasında barışın nasıl gerçekleştirilebileceğini örnekliyorlar. (Carly Fiorina)

Ben hala “bir heykeltıraşın vergi rekortmeni” olduğu bir Türkiye’yi bekliyor ve özlüyorum. Dünya toplumlarının da bizi böyle anmasını istiyorum. O zaman, sadece Istanbul’ un değil tüm Türkiye’nin dünyanın kültür başkenti olacağına inanıyorum!

İtibar yönetimi ve insan kaynaklarının rolü

Exelect/SKYTURK/Haziran 2008

Profesyonel iş yaşamuna gazeteci olarak başlayan Salim Kadıbeşgil, Washington D.C.'de basın müşavirliği ve Ege Sanayi Odası Halkla İlişkiler müdürlüğü ve özel kuruluşlarda Genel Müdürlüğün ardından 1990 yılında kendi şirketi olan ORSA'yı kurdu. Kadıbeşegil, halen Stratejik İletişim Yönetimi alanında hizmet veren bu şirketin icra Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor.

Stratejik İletişim Yönetimi alanında akademik ve profesyonel birikimi ve güçlü referansları bulunan Kadıbeşegil, Kurumsal İtibar Yönetimi kavramının ülkemizde tanınması ve yer etmesine öncülük etti. Merkezi Londra'da bulunan Uluslararası İletişim Danışmanları Birliği, ICCO'da ülkemizi 1999-2004 yılları arasında Yönetim Kurulu Üyesi olarak temsil eden Kadıbeşegil, Capital Dergisi'nin "En Beğenilen Şirketler" ve "Kurumsal Sosyal Sorumluluk" araştırma projelerine danışmanlık yapıyor. Kadıbeşegil halen merkezi New York'ta bulunan "The Reputation Institute"un Türkiye temsilciliğini yürütüyor.

MediaCat Communication Institute'da ve PRCI'da "Kurumsal İtibar Yönetimi, Kriz İletişimi Yönetimi, Stratejik İletişim Planlaması" konularında workshop ve seminerler vermekte olan Kadıbeşegil'e kurumsal itibar yönetimi konusunda şu soruları yönlendirdik.
***
İki kelimeyle özetlenmeyeceğinin farkında olarak belki bu soruyu sormak yanlış olacaktır, ancak yine de öncelikle 'kurumsal itibar' ve 'itibar yönetimi' kavramları konusunda özet bir bilgiyi bizimle paylaşır mısınız?

Kurum itibarı, şirketlerin iş yapış biçimleri ile toplumsal duyarlılıklar arasındaki ilişkinin bir çıktısı olarak karşımıza çıkıyor. Toplumun duyarlılıklarını dikkate alarak, bunları önemseyerek iş yapma alışkanlığına sahip olmuş şirketler doğal olarak ilişki içinde oldukları kesimlerin takdirini elde ediyorlar. Bu zamanla "itibara" dönüşüyor! Şirket tarafında; kurum kültür ve değerleri bu işe yarıyor. Bu değerler ve iş yapma biçimi genellikle şirketlerin toplantı odalarına, koridorların duvarlarına asılan süslü çerçeveli yazılar içinde karışmıza çıkıyor. Ancak orada yazılı olanların itibara katkısı olabilmesi için; önce toplumun duyarlılık ve değerleri ile paralellik göstermesi gerekiyor, daha sonra da günlük hayatın pratiği içinde uygulanabilir bir davranışsal yansıması lazım. Toplum tarafından beğenilen ve takdir edilen şirketler bu iki hususu olabildiğince yerine getiren kuruluşlar olarak tanımlanabilir.

Örneklemek gerekirse; küresel ısınma günümüzde sadece bir şirketin değil tüm dünyanın en önemli gündem maddelerinden bir tanesi ve bu konuyla ilgili davranışsal anlamda herkesin beklentisi var. Eğer şirketler değerleri içine "çevre duyarlılığını koymamışlarsa" veya " koymuşlar ancak bunun arkasını uygulanabilir politikalarla desteklememişlerse", her ikisini de yapmışlar ancak toplum genelinde konuyla ilgili eylemlerin içinde aktif olarak yer almıyorlarsa, kurum itibarı ile ilgili bir alanda toplumdan "eksi" not alacaklardır. Geriye dönüp baktığımızda; 20 yıl önce küresel ısınma yine bir sorun idi ancak bu kadar gündemin odak noktası olmamıştı. Demek ki toplumun değişim çizgisinin bu anlamda yakın izlemek gerekiyor.

İtibar yönetimi kişisel bir çalışma mıdır, yoksa kurumsal bakış açıları mı gereklidir?

Kişisel itibar ile kurumsal itibar arasında doğal olarak yakın bir ilişki vardır. Özellikle üst düzey yöneticiler kurum itibarının temsilini bizzat üstlendiklerinden kendi itibarlarının ne durumda olduğu kurum itibarına da yansımaktadır. Öte yandan, güçlü bir kurumsal itibar, şirket çalışanlarının ve özellikle de yöneticilerin önünü açan bir olgudur. Bu değerlendirmenin ışığında, ideal olanın "kurumsal bir bakışı" ortaya koymak ve tepeden aşağı bunu politikaları ile birlikte tasarımlamak en doğru çözüm olarak görülmektedir. Profesyonel yaşamda kişilerin kendileri için geliştirdikleri "kariyer planları" aslında onların "itibar yönetimi planlarıdır"... Bu planın sonucunda beğenilmek, takdir edilmek ve kişisel vizyonlarının çıktısı olan sonuçlarla buluşmayı hedeflemektedirler. Yani bir tür yaşam felsefesini kendi profesyonel beklentileri ile buluşturma planıdır bu. Üst düzey yöneticilerin bu planları şirketin vizyonu ile ne kadar uyumlu ise o kurumda kurum itibarı performansının oludkça yüksek olacağını matematiksel olarak doğrulamak olasıdır.

Çalışanlarının itibar yönetimine yatırım yapan bir şirketin sahip olduğu/olacağı avantajlar nelerdir sizce?
İtibar yönetimi, kurumsal boyutta, şirketin içinde başlar. Şirketin kurumsal değerleri ve işyapma biçimini çalışanlar temsil eder! Bu nedenle, çalışanların bu konularla ilgili performansı kurum itibarına "olumlu" ya da "olumsuz" bir şekilde geri döner. Genellikle günlük yaşamda çok basit bir sorunun pratik bir cevabıdır aranan : "nasıl bir şirkette çalışıyorum?" bu sorunun cevabı şirket itibarının ne durumda olduğunun göstergesidir! Çalışanın "nasıl bir şirkette çalıştığını" nasıl tarif ettiği, o şirketin kurumsal içerikte itibar yönetiminin ne durumda olduğunun göstergesidir. Kurumsallaşma süreçlerinin ana göstergelerinden bir tanesi kurum itibarının şirketin kılcal damarlarına kadar yaygınlaştırıcı bir içeriğe sahip olup olmadığıdır. 1980'lerden bu yana yaşanan şirket evlilikleri ve birleşmelerinin büyük bir kısmında hayal kırıklığı yaşanmış olmasının nedeni bu dur. Şirket satın almalarında da en geçerli ve öncelikli olan bu konu "akşamdan sabaha" çözümlenebilecek bir gündem maddesi olarak değerlendirilmekte ve bu yüzden de satın alınan şirketin çalışanları, yeni sahipleri ile kültürel uyum sağlayamamaktadır.

Çalışanların itibar yönetimine yatırım yapan şirket öncelikle çalışan bağlılığı ve sürekliliğini güvence altına alır. Bu doğal olarak verimliliği olumlu olarak etkiler. Kriz ve risk yönetimi alanlarında çalışanlarından kaynaklanabilecek sorunları minimuma indirger. Kalite ve süreçlerle ilgili teknik aksaklıkları minimize eder. Katılımcılığın gerektirdiği geri bildirim objektif olarak temin edilir. Tüm bunların sonucunda şirketin pazar değeri olumlu olarak etkilenir.

Kurum itibarının çalışanların her biri tarafından benimsenmesinin şirkete katkıları nasıl ölçümlenebilir?

Günümüzde çalışan memnuniyeti araştırmaları "memnuniyetin" genel alanları ile ilgili bir geri bildirim veriyorsa da bu kurum itibarının yansıması olmamaktadır. Bu nedenle, "sosyal paydaş" temelli araştırma modellerinin çalışanlardan itibarla ilgili gerçek geri bildirim almak açısından daha faydalı sonuçlar ürettiğini görmekteyiz. Bununla birlikte fokus grup çalışmaları mevcut çalışmaların ne durumda oludğunun anlaşılması açısından da yararlıdır. Öte yandan, "markalaştırılmış" iletişim faaliyetlerinin her birinin etkinlikler sonrası ölçümlenmesi bir diğer ölçümleme yöntemi olarak değerlendirilmektedir.

Kurumsal itibarın oluşturulması ve korunmasında insan kaynakları çalışmalarının rolü nedir?

Şirketin itibarının yönetilmesi ve bu alandaki performansın ölçümlenmesi yönetim takımının asli işi olarak tanımlanmaktadır. Öte yandan, şirket itibarının da şirket içinde başlaması gereken bir olgu olduğuna değinmekteyiz. Bu durumda insan kaynakları uygulamalarının oldukça önemli olduğu bir durum karşımıza çıkmaktadır. Eğitim ve kariyer planlaması çalışmaları ile çalışan memnuniyeti alanlarının iyileştirilmesine yönelik çalışmaların dışında; çalışan motivasyonunun artırlması; liderlik yetkinliklerinin yaygınlaştırılması; sosyal alanlardaki şirket-çalışan performansının tanımlanması açılarından insan kaynakları yönlendirici etkin roller üstlenebilir. Bu çalışmaların alt yapısını kurum itibarını oluşturan modelin çerçevesi oluşturabilir.

Şirket bilançoları itibar yönetimi ile nasıl bir ilişki içinde olabilir, insan kaynakları bilançoları nasıl etkiler?

Günümüzde itibar yönetiminin etkilediği iş sonuçları genellikle elle tutulamayan gözle görülemeyen değerler arasındadır. Bunlar şirketlerin pazar değerleri içinde % 80 oranındaki varlıklardır. Şirketlerin piyasa değerleri günlük olarak değişkenlik gösterebilir. bu değişkenlikler, kısa vadeli iş hedefleri-sonuçları ilişkileri içinde karşımıza çıkmaktadır. Ama kurum itibarı uzun soluklu bir maratondur. Durum böyle olunca, uzun vadeli yatırımcıların ilgi alanına girmektedir. Yani piyasa değerinden pazar değerine giden bir süreci tarif ediyoruz... 1990 ların sonunda bu açmaz içindeki yatırımcılar çözümü ayrı endeksler ve yatırım fonları oluşturmakta buldular. Günümüzde, Dow Jones sustaninability index, Financial Times 4 good gibi endeksler bu anlayışı temsil eden yatırım ortamlarıdır. Socially Responsible Investment (SRI) günümüzde trilyon dolarlara ulaşmış bir hacmi temsil etmektedir. Yatırımcıların güvenini yansıtan enstrümanlar olarak gündeme gelmişlerdir. Yatırımcıların uzun vadeli güvenlerini elde etmek amacında olan şirketler, yatırım dünyasının bu tarafında böyle bir gündem içinde finansal yönetim yapmaktadırlar.

Öte yandan, insan kaynakları pazar değeri içinde somut bir şekilde ifade edilen bir başka değerleme unsuru olmuştur. Örneğin geçtiğimiz yıl ABD'de yapılan bir araştırmada çalışanlarının bağlılığı yüksek olan bir şirketin pazar değerinin % 16 sınını çalışanlarının bu özelliğinden geldiği ortaya çıkmıştır! Global pazarları da dikkate aldığımız zaman, rekabetin en güçlü silahi bu dönemde "bağlılığı yüksek" çalışanlar. Bunu güvence altına almış şirketlerin "korkusuzca" her alanda güçlü bir rekabet ortamı yaratacaklarını ne olarak ifade edebiliriz. Doğal olarak, çalışanlarını böyle bir konuma getirmiş şirketlerin pazar değerleri de bundan olumlu olarak etkilenecektir.

Çalışanlarının kurum itibarına bağlılığını sağlayamayan bir şirketin, ilk olarak yapması gereken aktivite ne olmalıdır?

Bu bir yönetim sorunudur! Şirketin üst yönetiminde "bir şeyler yanlıştır"... kurum itibari ve çalışan bağlılığı arasındaki süreçler duygusal alanlardır. Çalışanlarına " Merhaba" deme alışkanlığı olmayan yöneticilerin zaten çalışanların bağlılığını artırmaya yönelik konularla ilgili çalışmalara para harcamalarına gerek yoktur! Liderlik bu nedenle bu işlerin sürükleyicisidir. "Role Model" lere gereksinim vardır. Bunların olmadığı ortamlarda gelişi güzel ve herkesin kendine göre doğru bildiği işler ve yöntemler gündeme gelmeye başlar ki bu gerçek bir "felaket" olabilir!

Rekabet gücünün oluşturulmasında, nitelikli bir insan kaynağının ve kurumsal itibarın etkileri ne orandadır?

Global rekabet günümüzde dinamikleri ve birimleri değişmiş bir ekonomik devinimdir. 20. yüzyılın General Motors, Ford, US Steel gibi devleri sollayan son 10 yıla damgasını vurmuş şirketler (Google, Apple vb.) bu değişimin nelere kadir olduğunu çok net ortaya koymaktadır. Yeni açılımlar ve buna dayalı ekonomik değer yaratan iş modelleri, sadece kişileri ve ait oldukları şirketleri değil, içinde yaşadıkları ülkenin dünya sıralamasındaki yerlerini de bir anda değiştirmektedir. 1990'ların Finlandiyası, İrlandası bunun en güzel örnekleri arasındadır. Çok zor ulaşılan ve pahalı olan bilgi ile rekabet edebilme geride kalmış; yaratıcılık, yenilikçilik ve yaşam kalitesini artıran dinamizmi sunan iş modelleri ile rekabet sınırlarötesi bir yolculuk yapmaktadır. Bir adım geri çekilip baktığımızda bunun özünde "insanı" görmekteyiz. Yakın bir geçmişe kadar; yaka renklerine göre; mavi, beyaz diye kategoriler içindeki durumlarına bakarak politakalar geliştirdiğimiz iş gücü, günümüzde, sermayenin temel direği olmuştur.

Bu sermayeyi oluşturan, yöneten, yönlendiren ve daha da önemlisi elinde tutma becerisine sahip kurumların rekabet şansının, bunu beceremeyenlere oranla daha şanslı olacaklarını söylemek için kahin olmaya da gerek yoktur. Nitelikli insan gücü, kurum itibarının simgesi, sembolü ve yıldızıdır! Kurum itibarının siortası olan nitelikli insan kaynakları şüphesiz sürdürülebilirlik politikalarının vazgeçilmezi olacaklardır.

Sosyal Sorumluluk “bireysel” sorumlulukla başlar!



Salim Kadıbeşegil
Stratejik İletişim Danışmanı
ORSA Stratejik İletişim Danışmanlığı

Sosyal sorumluluk günümüzün yükselen değerlerinden bir tanesi...Sadece ülkemizde değil, dünyanın dört bir tarafında, her toplumun farklı ihtiyaç ve beklentilerini karşılamak üzere binlerce sosyal sorumluluk projesi yönetiliyor. Bu ihtiyaç ve beklentileri temsil eden binlerce sivil toplum kuruluşu ile bir şekli ile işbirliği/ortaklığı gerçekleştiriliyor.

Duygulara hitap eden sosyal sorumluluk alanları doğal olarak “istismara” veya “suistimale” de açık alanlar olarak günlük yaşamda karşımıza çıkıyor. Aslında, sosyal sorumluluk yapıyor”muş” gibi görünen ancak toplumun duygularını “inciten” markalar “kaş yapayım derken göz çıkartmış” oluyorlar! Var olan marka değerlerini ve imajlarını “kısa günün kârı”na feda edebiliyorlar.

Sosyal sorumluluk “stratejilerinin” tasarımında genel kabul görmüş evrensel doğrular vardır. Eğer bu doğrular benimsenirse, kurumsal sosyal sorumluluğun sadece sosyal alanlara yönelik projelerin yönetiminden ibaret olmadığı, bütünsel bir yönetim biçimini tanımladığını görmekteyiz.

Söz konusu evrensel doğruların başında; her kurumun, kurulduğu ilk günden itibaren tüm paydaşlarına veya toplum geneline karşı “sorumlulukları” olduğu gerçeği vardır. Yani, sosyal sorumluluk belli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra bir sosyal proje yönetmek veya bu projelere kaynak ayırmak biçiminde ifade edilemez. İşimizi, hangi büyüklükte olursak olalım “sosyal sorumluluğun şemsiyesi altında tanımladığımız” kavramları bir bütün olarak yönetmek olarak görmeliyiz.

Buraya giden süreç “bireysel sorumlulukla” başlamaktadır. Kurum hiyerarşisinin hangi düzeyinde olursak olalım “bireysel sorumluluklarımızın bilincinde olmak ve buna uygun hareket etmek” ait olduğumuz kurumun sosyal sorumluluk anlayışının doğru bir temeli olduğunu ortaya koyacaktır. Kendimiz küresel ısınma konusunda duyarlı değil isek, enerji tasarrufuna yönelik önlemleri evimizde uygulamıyorsak, kurumumuzun bu konularda atacağı adımları hep uzak seyretmeye aday olabiliriz.

Bireysel sorumlulukla ilgili duyarlılığın bir sonraki aşaması “kurumsal sorumluluk” olarak değerlendirilmektedir. Şirket olarak; yönetmelikler, regulasyonlar, kanunlar ve yasal uygulamalarla ilgili duyarlılık ve bunların gereklerini yerine getirmek kurumsal sorumluluklarımıza karşı bir göstergedir. Vergilerimizi zamanında ödemek, kayıt dışı ekonominin bir parçası olmamak; yolsuzluk, rüşvet, usulsüzlük gibi alanlara kaymamak, sigortasız veya çocuk işçi çalıştırmamak gibi konular kurumsal sorumluluklarımızla ilgili performansımızı ortaya koyar.

“iyi kurumsal vatandaş olmak” yani; etik ilkelerin olması, bunların günlük yaşama uyarlanması; açık, şeffaf, dürüst, adil politikaların benimsenmiş olması, hesap verebilirlik ilkeleri ile yönetim bu anlamda değerlendirilecek bir diğer sorumluluk alanıdır.

Ekolojik çevreye olan duyarlılık, karbon ayak izimizin azaltılması ile ilgili oluşturulacak politikalar yine kurumsal sorumluluklarımız başlığı altında yönetilmektedir.

Bir sonraki aşama ise “sosyal sorumluluklar” dır. “Kurumsal” sözcüğü özellikle kullanılmamıştır. Çünkü, Kurumsal Sosyal Sorumluluk sayılan tüm hususlarla ilgili performansın bütünüdür!

Sosyal sorumluluklar başlığı altında da; çalışanlarımızın sosyal projelerde çalışmalarının teşvik edilmesi, gönüllülük sistemlerinin yaygınlaştırılması, sivil toplum kuruluşları ile ortak sosyal projeler yönetilmesi, hayır ve bağışlar, yardımlar bu kapsamda değerlendirilmelidir.

Kurumsal sosyal sorumluluğun en önemli performans göstergesi, bu anlayışa sahip yönetimlerin “değer zincirinin” tüm aşamalarında bu anlayışın geçerli olmasına yönelik politikalar üretmesidir. Yani, kurumun, hammadde tedarikinden, iş ortaklarına, alt yüklenicilerine kadar birlikte iş yaptığı tüm tüzel kişilerde “kurumsal sosyal sorumluluk” performansını uygulatma zorunluluğunu ortaya koymasıdır. Gerçek “kurumsal sosyal sorumluluk” bu dur!

Şimdi bu açıklamaların ışığında Tuzla tersanesinde yaşanmakta olan ve önü bir türlü alınamayan işçi ölümlerini değerlendirmek gerekir. Söz konusu tersane işletmecileri bu ölümlerin önüne geçecek önlemleri almadığı sürece bir veya bir kaç sosyal projeye milyonlarca dolar kaynak ayırsa ve yönetse bu “kurumsal sosyal sorumluluk” olarak sayılabilir mi? Kamuoyunun vicdanını fethedebilir mi?

1 Mayıs 2008 Perşembe

Bir haber daha!



Gerçekten vahim bir durum... "Şirketlerin kendilerini haklı çıkartmak için geçmişte yapmış oldukları yatırımları" öne sürmeleri ne kadar toplumun vicdanıın hafifletir acaba?

"İsteyen dava açsın" Türkiye'de adaletin itibarını da ortaya koymuyor mu?

Neresinden bakarsak bakalım "vahim" bir durum..

İş dünyası "eski normali" bir kenara bırakamıyor! Çok istihdam yaratmak, çok yatırım yapmak, çok para kazanmak... bunlar "eski normal"de kalmadı mı? Yeni normalin penceresinde "değer" yaratmak yok mu?

16 Mart 2008 Pazar

Bir kariyer yolculuğu


SALİM KADIBEŞEGİL ile RÖPORTAJ

Kendinizden ve çalışma alanınızdan biraz bahseder misiniz?

1977 Ege Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İ
lişkiler Yüksek Okulu mezunuyum. Öğrencilik yıllarında gazetecilik yapmaya başladım. Daha sonra Turizm Bakanlığında Basın Müşavirliği ve sonrasında da ABD’de Basın Ataşe Yardımcılığı görevlerinde bulundum. Halkla ilişkiler mesleği ile ilgili birikim elde etmemde Amerika’daki yılların çok etkisi oldu. Döndükten sonra bu alanda yürümeye karar verdim ve önce Ege Bölgesi Sanayi Odası, daha sonra da o zamanlar merkezi İzmir’de bulunan Turyağ’da Halkla iİişkiler Müdürü olarak çalıştım. 1980’lı yılların ortasında arkadaşlarımla birlikte İzmir Halkla İlişkiler Derneği’nin kurucuları arasında yer aldım. Aynı yıllarda ilk kitabım “Halkla İlişkilerde Temel İlkeler” yayımlandı. 1990’da ikinci kitabım Halkla İlişkiler Reçeteleri yayımlandığında merkezi İzmir’de bulunan halkla ilişkiler şirketi ORSA’yı kurmuştum. 1993 yılı sonlarında şirketin merkezini Istanbul’a taşıdık. 1990’lı yılların ortalarında, ORSA, merkezi İstanbul’da, Ankara ve İzmir’de şubeleri bulunan, ayrıca uluslararası bir network’un içinde 30 kişinin çalıştığı profesyonel bir şirket idi. 1997 yılında IPRA’nın Helsinki konferansı kariyerimde bir dönüşümü işaret ediyordu. Çünkü, çok uzun yıllar üzerinde çalıştığım halkla ilişkilerde ölçümleme ve değerlendirmenin uluslararası boyuttaki çalışmaları ile tanışma fırsatını elde etmiştim bu kongrede. Ayrıca, ülkemizin ilk kez Uluslararası Danışmanlık Şirketleri Birliği ICCO’nun yine Helsinki’deki toplantıda gözlemci olarak temsilini sağlamıştım. Ki, ICCO, ilerleyen yıllarda ülkemizde mesleğin evrensel boyutları ile tanışması için oldukça önemli bir kilometre taşı olmuştur. Sözünü ettiğim bu kongrenin dönüşünde Istanbul’daki meslektaşlarımla birlikte ülkemizin ilk ölçümleme ve değerlendirme şirketi olan PRNET’in kuruluşunu gerçekleştirdik. Şirket kurulduğunda, benzer oluşumlar dünyada sadece 8 ülkede vardı. Bir sonraki yıl da Türkiye’deki halkla ilişkiler şirketleri İngiltere’den sonra ilk kez uluslararası bağımsız standartlar denetiminden geçip sertifika almışlardır. Bunlar, mesleki gelişim için önemli kilometre taşlarıdır. 2001 krizi ile birlikte halkla ilişkilerin sadece danışmanlık alanında yürümeye karar verdim. Uygulamalardan tamamen çekilip, Genel Müdür düzeyindeki yöneticilere, stratejik iletişim planlaması, itibar yönetimi, kriz iletişimi yönetimi ve kurum içi iletişim konularında danışmanlık hizmetleri veren modeller ürettim ve yoğunlukla bu alanda çalışmaya başladım. 1997’de üçüncü kitabım "Halkla İlişkilere Nereden Başlamalı", 2001’de "Kriz Geliyorum Der" ve 2006’da da "İtibar Yönetimi" isimli kitaplarım yayımlandı.

Türkiye’deki kurumların, Halkla İlişkiler açısından nerede oldukları, Halkla İlişkilerin algılanışının mevcut durumu ve geleceği için neler söyleyebilirsiniz?

Yaptırdığımız araştırmalar da gösteriyor ki, halkla ilişkiler ağırlıklı olarak medya ilişkileri tabanlı bir disiplin olarak algılanıyor. Şirketlerin faaliyetlerinin basına ne şekilde yansıdığı ve bu sürecin nasıl yönetildiği halkla ilişkilerin ana işlevi olarak karşımıza çıkıyor.

Bu şaşırtıcı olmamalı.. Halkla ilişkilerin en geniş uygulama alanı bulduğu ABD’de de gelişim bu yönde olmuştur. İşin stratejik planlaması veya, ölçümlenebilir hedeflerle yapılanma 1990’lar sonrasında gündeme gelmiştir. Beklentilerin sadece medya ilişkileri ile sınırlı kalması doğal olarak bir mesleki erozyona neden olmuştur. Ama, önemli olan mesleğin kendi gerçek kimliği ile doğrudan ilgili faaliyet alanlarını da medya ilişkileri ile birlikte ön plana çıkartan bir performans meslek mensuplarının doğru saflarda buluşmasını sağlayabilecektir.

Kurumsal itibarın işletmeler için neden önemli olduğunu açıklar mısınız?

İtibar, herkesin en önemli sermayesidir. Şirketlerin itibarı yoksa, kredi bulamazlar, iyi çalışanlar onlara gelmez, hisse senetlerine yatırım yapılmaz! Daha sayılabilecek bir çok iş sonucu itibarın içeriği ile çok yakından ilintilidir.. Bu nedenle, şirketler, bir yönetim felsefesi olarak itibarlarını oluşturmalı, geliştirmeli ve korumalıdırlar. İtibarlarının kendi sosyal paydaşları nezdinde nelerden oluştuğunu dikkate almalılar ve bunları özenle yönetmelidirler. Etik anlayış, kurum kültür ve değerleri, toplumun duyarlılıkları ile örtüşmeli ve bu konuda şirket çalışanlarının performansı ön planda olmalıdır.

Türkiye’deki aile şirketinin çok fazla olduğunu görmekteyiz. Firmaların çoğunun aile şirketi olmasından dolayı bu şirketlerde kurumsal itibarın kurumsal yönetimle ilişkilendirilmesi konusunda siz ne düşünüyorsunuz? Bu alanda şimdiye kadar ne tür çalışmalar yaptınız?

Aile şirketleri, “soyadları”nı önemsemek zorunda olduklarından itibar konusunda çok hassasiyet göstermektedirler. Birinci kuşaktan , ikinci ve üçüncüye bu sürecin yansıması ancak itibarlı oldukları sürece mümkün olabilecektir. Bu nedenle, her ne kadar günümüzde aile şirketlerinde itibarın yönetilmesi ile ilgili profesyonel bir gündem yok ise de; bilinen kurumsal sistem ve süreçlerden bağımsız itibarlarını yönettiklerini söylemek mümkündür.


Kamu kurumlarında özellikle de üniversitelerde kurumsal itibar çalışmaları yapılabilir mi?

Açık, şeffaf, kısaca kurumsal yönetim ilkeleri ile yönetilen tüm kurumlarda itibar yönetimi çalışmaları yapılabilir. Üç önemli girdiye ihtiyaç vardır; bunlardan ilki; liderlik, ikincisi itibarı oluşturan kriterlerin doğru ve gerçekçi tespiti, üçüncüsü ise bu alandaki performansın nasıl ölçümleneceğidir.


Özellikle sivil toplum kuruluşlarında bu çalışmaların yapılması, hem toplumsal bilincin gelişimine katkı sağlayacaktır, hem de sivil toplumun güçlenmesini gerçekleştirecektir. Üniversitelerin de bu konuda ciddi çalışmalar içinde olmaları kaçınılmazdır.

Kamu kurumlarında yapılacak kurumsal itibar çalışmalarının önündeki engellerin neler olabileceğini düşünüyorsunuz?

İki ana engel var.. birincisi liderlik diğeri ise şeffaf olamayışları!

Bu engellerin aşılabildiği kurumlarda itibar yönetimi gündeme gelebilir ve yönetilebilir. Ancak ülkemizdeki kamu sistematiği şimdilik her iki engeli de ortadan kaldırmaya elvermemektedir.

50 yılını geride bırakan Ege Üniversitesi’nin kurumsal itibarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunu benim değil, üniversitenin paydaşlarının bakış açıları ile değerlendirmenin doğru olacağını düşünüyorum. Şu soruların cevapları Ege Üniversitesi'nin itibarı ile yakından ilintilidir;

Türkiye’nin en başarılı lise mezunlarının yüzde kaçı öncelikli tercihlerini ege üniversitesinden yana yapmaktadırlar?
Ege üniversitesin mevcut öğrencileri, üniveriste yönetiminden ne kadar memnundurlar?
Üniversitenin mevcut akademik kadrolarının yönetimden duydukları memnuniyet nedir?
Diğer üniversitelerle kıyaslandığında ege üniversitesi mezunlarının yüzde kaçı mezun olur olmaz iş bulabilmektedir?
Üniversitenin akademik kadroları sürekli diğer üniversiteler tarafından iş teklifi almaktadırlar mı?
Ege üniversitesi yılda kaç adet uluslararası makale üretmektedir?
Üniversitenin İzmir’deki kamu ve özel kurum ve kuruluşlarıyla ilişkileri diğer kuruluşlara oranla ne oranda gelişmiş ve memnuniyet uyandıracak düzeydedir?
Ege Üniversitesi, yurt dışındaki hangi üniversiteler ile bir kıyaslama içinde tutulabilir?

Kurumsal itibarın önemli bir parçası olan Toplumsal Sorumluluk kapsamında üniversitelerin başlıca görevlerinin neler olduğunu düşünüyorsunuz?

Üniversitelerin bu konuda, somut projler yönetmekten çok, toplumun farklı kesimleri tarafından fonlanabilecek, desteklenebilecek projeler üretmesinin daha doğru olacağını düşünmekteyim. Üniversiteler bilimsel çalışmaların merkezleri olduğuna göre, sosyal sorumluluk alalındaki temel ihtiyaçları yine bilimsel bir yaklaşımla ortaya koyabilecek en doğru adreslerdir. Onların tarif ettiği alanlar ve bu alanların içinde yeşerecek projeler üniversitelerin sosyal sorumluluk anlamındaki en gerçekçi katkıları olacaktır.

Türk üniversitelerinin toplumsal sorumluluk alanındaki çalışmalarının özgün ve etkin olduğunu düşünüyor musunuz?

Bu konuda elimde maalesef bir veri yok. Ancak, sivil toplumun etkin bir kurum olan üniversitelerin , diğer sivil toplum kuruluşları ile birlikte bu alanda aktif rol oynamakta olduklarını gözlemlemekteyim.

İletişim fakültesi mezunlarının firmalar tarafından tercih edilme oranlarını geçmişe oranla ne düzeyde görüyorsunuz ve tercih edilebilirliklerini arttırmak için sizce neler yapılabilir?
Bu konuda da elimde somut bir veri yok. Ancak iletişim fakültesi mezunlarının, iş başvurularında üniversitelerin diğer bölümlerinden mezunlarla birlikte yarıştığını gözlemlemekteyim. Bu; arkadaşların eğitim donanımın yeterli olmayışı anlamında değil, ülkemizdeki genel ekonomik yapılanmadaki yetersizliklerin neden olduğu kısıtlı istihdam olanakları çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Ege Üniversitesi’nden 1977 yılında mezun oldunuz. Üniversite yıllarınıza ilişkin bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?

Okulum önceleri o zamanlar “Yakın Doğu” adı ile tanımlanan , şimdi Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinin bulunduğu yerde idi. Eczacılık Fakültesinin bulunduğu bu dersliklerden bir tanesi de okulumuza ait idi... Ben o dönemde gündüz saatlerinde okulun kantininde sandviççi olarak çalışmakta akşam saatlerinde de derslere girmekteydim. Bir yıl sonra okulumuz Bornova kampüsüne taşındı. Tıp fakültesinin kavdavra derslikleri bize layık görülmüştü.. İnciraltı’nın, oksijen, yeşillik, doğal görünümünden sonra bu derslikler ve ortam tam bir kabusa dönmüştü. İnciraltı yurtlarında kalıyordum. Sabahın erken saatlerinde üç araç değiştirip okula gitmek ve yine üç araç değiştirip İnciraltı’na dönmek gerçekten o günün koşullarında çok zor geliyordu. Okulun müfredat programı da pek çekici değil idi. Okulu bırakmayı düşündüğüm bir dönem de o zamanlar İzmir’in yerel gazetelerinden biri olan Demokrat İzmir’de bir staj imkanı buldum ve gazeteciliğe başladım. Bu imkanı bulmamış olsa idim, belki de bugün okul mezunları arasında yer almayacaktım!

Egeli mezunlara yönelik sizden bir mesaj alabilir miyiz?

Çok basit bir mesajım var; Kendi geleceğiniz için nasıl bir kurgu yaparsanız onu elde edeceksiniz..

Sevgilerimle...

MSK
Mart 2006






Sosyal sorumluluk markaların “aklanma” aracı olmamalı!!


Salim Kadıbeşegil

Mervyn King’e çok teşekkür ediyorum. Sosyal sorumluluk felsefesini öyle bir ifade etti ki gerçekten nasıl bir dünyada yaşamak istediğimi çok net algıladım. Gerçekten sosyal sorumluluğun ne olduğu veya ne olmadığını O’nun ağzından aktarmadan önce Mervyn King ile ilgili –tanımayanlar için- bazı bilgilere yer vermem gerekecek. Mervyn King şu anda, sürdürülebilirlik alanında dünyanın en saygın ve en etkili kuruluşu olan Global Reporting Initiative’in başkanı. Kısaca GRI ise; ekonomik, sosyal sorumluluk ve çevresel duyarlılık alanında yapılacak raporlamalarla ilgili en geniş kabul görmüş standardı oluşturmuştur. Bir sivil toplum hareketi... Birleşmiş Milletler tarafından desteklenmekte ve başta Fortune 1000 şirketleri olmak üzere dünyanın önde gelen kuruluşlarının raporlamalarına esas aldığı bir sivil toplum kuruluşu.

Mervyn King, sadece sosyal sorumluluk alanında değil, itibarın en önemli girdilerinden biri olan iyi kurumsal yönetim konusunda da dünyanın çok yakından tanıdığı bir isimdir. Kendi adını taşıyan King raporu, bu alandaki en öncelikli referanstır.

Bay King, Ocak 2008’de Istanbul’daydı. Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği’nin düzenlediği “Kurumsal Yönetimin strateji ve sürdürülebilir büyümeye katkısı” konulu konferansın onur konuğu oldu. Bu konferanstan bir gün önce yapılan GRI çalıştayına da konuk olarak katılan Mervyn King iş dünyasının bir türlü içinden çıkamadığı sosyal sorumluluk felsefesini şu cümle ile özetledi; “Sosyal sorumluluk, sivil toplum kuruluşlarına, hayır işlerine, bağışlara, okul vb. yatırımlara ne kadar para harcadığınız ve bununla övünmeniz değildir. Sosyal sorumluluk ‘parayı nasıl kazandığınızdır’ “.

İşte bu cümle herşeyi ile kavramın yerli yerine oturmasını sağladı. Çünkü, bu işin o kadar suyu çıkmıştı ki, sosyal sorumluluk sadece ülkemizde değil tüm dünyada “Markaların kendilerini aklamak/yıkamak” için kulandıkları bir deterjana dönüşmüştü. Gelecek kuşaklardan ödünç aldığımız kaynakları har vurup harman savuranların, topluma “şirin” görünmek adına ve sosyal sorumluluk adı altında markalarına cila çekiyor olmaları, perde arkasındaki “sorumsuzlukların” üzerini birazcık ve geçici olarak örtüyor ama bütünüyle kapatmıyor!

King’in özetlediği “paranın nasıl kazanıldığı” gerçekten sorumluluk sahibi olup olmadığımızla çok yakından ilintili. Bir yandan sosyal sorumluluk faaliyetlerine bütçe ayıran ancak diğer yanda çocuk işçi çalıştıran, vergi kaçıran, işyeri ve işçi sağlığı ile ilgili önlemleri para harcamak korkusuyla almayan markaların ve işletmelerin nasıl sorumluluklarını yerine getirdiğini söyleyebiliriz?

Hammadde tedarikinde ucuza kaçan, kalitesiz malı kaliteliymiş gibi gösteren, sevk zincirinde maliyetler nedeniyle hijyeni umursamayan markaların sosyal sorumluluk projelerine kaynak ayırmaları ne kadar inandırıcıdır?

Hesap verilebilirlik, iyi kurumsal yönetimin ana ilkelerinden biri... Ama aynı zamanda sosyal sorumluluğun da ta kendisi... Kim ki, her aldığı kararın, yaptığı işin ve nasıl para kazandığının hesabını açık ve net bir şekilde verebiliyor –ki bunların en başında topluma karşı olan sorumluluklarının da yerine getirilmesi yer alıyor- işte bu kavram kendi kimliği ile o zaman buluşuyor!

Sosyal sorumluluk, bireyin kendi içinde başlayan ve çalıştığı işyerinin kültürüne taşınan bir olgudur. Yani, kendi içimizde sosyal sorumluluk duygusunu taşımıyorsak, çalıştığımız işyerinin az veya çok bütçeli sosyal sorumluluk projelerini toplumla paylaşıyor olması “topal” bir uygulamadır! Bu nedenle, şirketlerin en üst düzey yöneticilerine çok önemli bir görev düşüyor; “onlar, önce kendileri sosyal sorumluluk alanında bireysel davranışları ile ‘role model’ olmak” durumundarırlar. Örneğin; sosyal sorumluluk ilke ve politikaları zincirin tedarik parçasından başlatılıyorsa, zincirin diğer halkalarında anlamlı bir boyut kazanabilecektir. Günümüzde yüzlerce şirket, tedarikçilerine “sürdürürülebilirlik raporu üretmelerini” bir zorunluluk olarak dayatmaktadır. Çünkü, sürdürülebilirlik raporu üretmek demek, sosyal ve çevresel anlamda şirket performansının ne olduğunun şeffaf ve denetime açık bir şekilde kamuoyu ile paylaşabilmek noktasına gelinmesidir. Bu raporun GRI gibi standartlarda oluşturulması bir diğer beklentidir...

Günümüzde, çevresel etkileri önceden biliniyor olmasına karşın vurdumduymazlık ve aymazlık sonucu oluşan sanayileşmenin gelip de tıkandığı yer bir anlamda “geçmişin pişmanlığıdır”... Yaşlı dünyamız “oksijen ve temiz su” krizi ile karşı karşıyadır. Üretim, zaten kıt olan yeryüzü kaynaklarını hızla tüketmekte ve yerine yenilenebilir kaynaklar bulunamamaktadır. Durum bu kadar ciddi ve gelecek kuşakların en az bizlerin kalite ve konforunda yaşanacak bir dünyası olmayacağının bilincinde iken “markaların kendilerini aklamak” amaçlı faaliyetlerine sosyal sorumluluk diyemiyoruz!

Dünyanın en büyük perakende zinciri Wall-Mart tüm tedarikçilerine bir bildiri yayımlayarak 2008 yılından itibaren mağazalarında satılacak her bir ürün ambalajı üzerinde, o ürünün üretiminin neden olduğu karbon emisyonları miktarının yazılması zorunluluğunu getirdi. British Telecom tüm tedarikçilerinin GRI standartlarında raporlama zorunluluğu olduğunu açıkladı. İsveçli TeliaSonera tüm çalışanlarını mecbur olmadıkça uçakla seyahat etmemelerini, araç kullanımında ise mümkün olan tassarufu benimsemeye davet etti. Karbon emisyonları konusunda bir niyet gösterisi olarak...

Madalyonun bir yüzünde bunlar varken, diğer yüzünde –sosyal sorumsuzluk yozlaşmasının bir çıktısı olarak- sivil toplum kuruluşları için bir “pazar” oluştu... Bu pazar, çeşitli sosyal projelerin özel sektördeki kuruluşlar tarafından desteklenmesi nedeniyle ayrılan kaynaklardan oluşuyor. Böyle bir oluşum ister istemez sivil toplum kuruluşlarını bu pazardan “pay alma” yarışına yönlendirdi. Bu yarış doğal olarak sivil toplumu “sivil toplum olmaktan çıkarmaya yönlendiriyor” ! Tek tutunacak dalımız olan sivil toplum kuruluşları sosyal sorumsuzluk bataklığına sürükleniyorlar! Ne uğruna? Markaları yıkamak/aklamak uğruna!

Sosyal sorumluluğun gerçek kimliğinde buluşamaz isek, yakın bir gelecekte ürettiklerimizi satabileceğimiz bir tüketici bulamayacağımızın bilincinde miyiz acaba?

13 eylül 1973 tarihli New York Times Gazetesi nobel ödüllü ekonomist Milton Friedman’ın ağzından şöyle bir başlık üretmişti: “iş dünyasının sosyal sorumluluğu para kazanmaktır!”... Sanırım New York Times o tarihte Friedman yerine Mervyn King ile söyleşi yapsaydı ve başlık “sosyal sorumluluk kazandığınız para değil bu parayı nasıl kazandığınızdır” şeklinde yayımlansaydı sanki bugün daha farklı bir dünyada yaşıyor olacaktık.

Hepinizi internet ortamında kolaylıkla bulabileceğiniz King raporunu okumaya ve www.globalreporting.org’ dan GRI ile ilgili daha fazla bilgi edinmeye davet ediyorum. Bizim ve çocuklarımızın geleceği orada!

TİTANİK NEDEN BATTI

Salim Kadıbeşegil


Titanik 20. yüzyılın en önemli simgelerinden biri idi. Daha ilk yolculuğunda batacağı ancak kurgu romanlara konu olabilirdi. Ama 1500’ü aşkın yolcusu ile battı! O günlerin gelişmişlik, teknoloji simgesi bu koca gemi aynı zamanda çok emin ellerde yola çıkmıştı. Ve herşey kontrol altındaydı. Ama sadece suyun üzeri... suyun altı da belki hesaba katılmıştı ama, o hesaplar o dev transatlantiği denizin binlerce metre dibine gitmekten kurtaramadı.

Titanik ve buzdağları... iş dünyamızın dört bir yanını sarmış Titanikler bu yüzyılın pazar paylaşımını global dünyanın dört bir tarafını sarmış ve nereden nereye yolculuk yaptığı bilinmeyen buzdağları arasında yapıyorlar. Çok ehil ellerde yolculuk yaptığını sandığımız Titanikler birbiri arkasından denizin dibini boylarken biz nerede yanlış yapıldığını bir türlü bulamıyoruz.

Yani “evdeki hesap ‘bir yerlerde’ çarşı ile uyuşmuyor!

İletişimin ve ilişkilerin statejik boyutlarını yöneten bir kişi olarak baktığımda; suyun üzerinde sadece ve sadece “rakamları” görüyorum...

Ve bugün burada olduğu gibi rakamları nasıl denetlemeye çalıştığımızı!

Yani, ortada titanikler var bir de bunlara ait rakamlar... bu rakamların nasıl oluşmakta olduğu ile ilgili süreçler de tamamlayıcı ögeler.

Basit ve yalın anlatımla baktığımda; titanikler neden rakamlarını denetlettirme ihtiyacı duyarlar sorusunu soruyorum.. iki başlıkta verebileceğim cevap var; birincisi “ bu rakamların doğru” olduğuna dair bir mesaj vermek. Ama bunu bir denetim mekanizması olmadan kendisi söylese ne kadar inandırıcı olabilir? Bu nedenle, ikinci cevabımın içeriğine ihtiyaç var; bunları bağımsız bir kuruluşa denetlettiriyorum.. ayrıca kendim de denetliyorum.. yani “bana inanmayabilirsin ama onlar bu işin erbabı ve profesyoneller”

Ama, hepinizin bildiği gibi bu sistem bir kaç kez “duvara tosladı”... örneğin ülkemiz kendini bağımsız kuruluşlara denetlettiren ama insanların kendi bankalarını soymalarına engel olamadıkları için 2001 duvarına tosladı. Bankalardan fal baktığımız günler çok uzaklarda değil!

Ve iş dünyasının “miladı” Enron.. ardında kağıttan kaleler gibi devrilen o Titanikler beraberinde onlara saygınlık kazandırsın diye tuttukları 80 bin kişilik Arthur Andersen’i de denizin binlerce metre altına gömdü.. Sadece bununla kalsa iyiydi.. Denetim şirketleri sektörünün üzerinede kara bulutlar çöktü! Toplumun gözünde her biri Titanik olan bu şirketler bir anda “filika” oldular.

Aslında işin özü basit; iş dünyası; toplumun her kesiminde güven kazanmak için iç ve dış denetim mekanizmalarını çalıştırıyor. Bununla bir saygınlık elde edeceğini ve geleceğini güvence altına alacağını sanıyor! Veya, konuyu getirmek istediğimiz itibarın sadece rakamlardan oluştuğunu düşünüyor!

Yakın bir zamana kadar yeterli olan bu durum artık yerini başka unsurlara bırakmış durumda...

Amerikalı danışman Roger McNamee’nin 11 eylül sonrasında yazdığı “yeni normal” başlıklı makalesi aslında söylemek istediklerimi çok güzel ifade ediyor. Kısaca McNamee diyor ki; 11 eylül ile sadece siyaset değil tüm iş dünyası büyük bir değişim geçirecek. İş yapmanın kuralları, oyunlar yeni baştan yazılacak. İşini eski normale göre yönetenler zaman içinde yerlerini işini yeni normale göre yönetenlere terk edecek.

Eski normal bize şöyle diyordu; ‘para kazan. Kâr elde et..

Ara normale “finansal süreçlerini denetlettir ki sana inanalım” girdi!

Yeni normalde ise; “bizi buzdağının üstü ile değil, altı ile nasıl baş ettiğin ilgilendiriyor. Bunu gösterki yarın da sana güvenelim.”


İşte hala eski normale göre hareket eden şirketlerden bir kaç örnek;

Barbie’nin üreticisi Mattel... Agustos ayında Çin’de ürettiği oyuncakların üzerinde çocuklar için zararlı boya olduğu gerekçesiyle parça parça geri çağırdığı ürün sayısı 20 milyonu geçti... Önce suçu Çinli üreticisinin üzerine atma yolunu seçen Mattel neredeyse ABD ve Çin hükümetleri arasında siyasi bir krize neden oluyordu. CEO’ları Çinli devlet bakanından bizzat özür dilemeye gitti de konu birazcık soğudu.

Ve Enron.. 70 milyar dolarşlık şirket bir anda 30 milyonluk hale geldi. Amerikalıların tarihlerinde ilk kez düzenli elektrik kesintileri ile tanıitıran bu şirketin aktörlerinin sonunu da biliyorsunuz. Ek bilgi; Enron batmadan önce sosyal sorumluluk alanında ABD de en fazla para harcayan şirketlerden biriydi.

Yakın geçmişte tüm dünya basınının ve televizyonlarının en kapsamlı haberlerrinden biri idi Dünya Bankası... Wolfowitz istemeye istemeye istifa etmek zorunda kaldı. Oysa yasalara aykırı bir şey yapmadı.sadece her Amerikan vatandaşının başvurabileceği Dışişlerindeki bir pozisyona kız arkadaşını önerdi! Ama dünya sarsıldı!

Ve insanlar sokaklarda... Her bir Titanik “Biri bizi gözetliyor evinde sanki”.. Eski normalde, kimse ürün geliştirme çalışmalarında hayvanlarla ne yaptığımızı sorgulamazdı. Yeni normal oyunun kurallarını değiştirdi!

“Biz büyüğüz bize bir şey olmaz” anlayışı iflas etti! 160 yıllık Siemens’in 450 bin kişiye istihdam sağladığı Alman savcıları pek ilgilendirmedi! Göreve gelişi ile yatırımcılara 3,5 misli değer yaratan CEO Kleinfeld kendisinin neden olmadığı ama iyi yönetemediği iş dünyası tarihinin en büyük finans skandallarının altında ezildi ve istifa etmek zorunda kaldı.

Globalleşme beraberinde bir sürü sorun getirdi. Duvarlarda asılı duran değerler tablolarının hergün tozu alınmasına karşın bazıları çöp sepetine gitti. Kökleri aynı ülkeye ait “milliyetçi markalar” bile birbirine girdi. Louis Vuitton, ülkedaşı Carefour’u, Çin’deki Carefour mağazalarında sahte Louis Vuitton’ler satıldığı gerekçesiyle mahkemeye verdi!

Ve asıl tehlike; “mutsuz çalışanlar”! iş dünyasının dinamikleri için eski normalde bunlar personeldi! Ara normalde “insan kaynakları” oldular. Ama yeni normal buna “çalışan markası” diyor. Kim ki bunu keşfedememiş, buzdağının altında onu bir sürpriz bekliyor olabilir!

Sonuç;

İçinde finansal bilgilerimizin yer aldığı mali tablolar tabii ki gerekli.. Önemli.. Bunlarsız olmaz.. Ama bizim baktığımız pencereden burası suyun üstü. Ve burada sadece buzdağının görünen kısmı var. Küresel ısınma nedeiyle erimekte olan buzullarla da bir ilgisi yok! Ve eriyen buzullar globalleşen dünyaya eskisinden çok daha fazla buzdağı salıyorlar. Bunlara her Titanik çarpışında yer kürede sular biraz daha yükseliyor. Kendi yaptığı işin yanısıra yer kürenin sorunlarına da duyarlılık gösteren şirketler gelecek için sürdürülebilir kârlılık güvencesi yaratıyorlar. Yani itibarlı şirketler haline dönüşüyorlar.

Eğer, sadece suyun üzerindekiler ile yetinecek ve işimiz sadece finansalları denetlemekle sınırlı olacaksa, inanın, sular öyle bir yükselecek ki, finansallarını denetleyecek bir şirket yerkürede kalmayacak!

MSK

İç Denetim Enstitüsü Kongresi
Crown Plaza
İstanbul
9 Kasım 2007

Global Compact Türkiye'nin Anayasası olursa!

Global Compact (Küresel ilkeler sözleşmesi) Anayasa olsa Türkiye’nin itibarı ne olur?

Salim Kadıbeşegil

1999 yılında, o zamanki Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Anan tarafından açıklanan “Küresel İlkeler Sözleşmesi” günümüzde Türkiye’nin de gündeminde yer alan bir konu başlığıdır. Her ne kadar bu sözleşmeye imza atan ama yükümlülüklerini yerine getirmeyen 30’a yakın Türk şirketi bu sözleşmenin kapsamı dışında bırakılmışsa da sayısı 70 civarındaki şirket ile yolumuza devam etmekteyiz.

Küresel ilkeler sözleşmesi, “iş dünyası ile insanın” buluşma biçimini tarif etmektedir. Dünyanın hangi coğrafyasında yaşarsak yaşayalım, yeryüzünün kısıtlı kaynaklarının sürdürülebilirlik ilkeleri ile yönetilmesi ve böylece gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmayı hedef almaktadır.

Birleşmiş Milletler tarafından açıklanması ve yüzlerce şirketin bu ilkeleri benimsemesinin ardından neredeyse on yıllık bir gecikme ile ülkemiz gündemine giren bu evrensel ilkeler; 10 ana maddeden oluşmakta ve 5000’den fazla paydaşı ile yer yüzündeki en kapsamlı sivil toplum hareketi olarak tanımlanmaktadır. İnsan hakları, iş gücü, çevre ve yolsuzlukla mücadele üst başlıkları ile tanımlanan bu ilkeler daha kaliteli bir yaşamın özlemini duyan tüm insanlık için geliştirilmiş olmakla birlikte gönüllülük esasına dayalı bir katılımı tarif etmektedir.

21. yüzyıl bir anlamda sivil toplumun sesinin yükseldiği bir yüzyılı simgelemektedir. Global Compact bunun en güzel göstergeleri arasındadır. Tabandan yükselen ve yaşanabilir daha iyi bir dünya ile ilgili beklentiler Birleşmiş Milletler’ in öncülüğünde “Küresel İlkeler Sözleşmesine” dönüşmüş durumdadır. Bu ilkelerin ayak sesleri 1992 yılında yapılan Rio konferansında duyulmuştu. Sürdürülebilir insanı gelişim ve kalkınma başlıklı kavramın açılımı bizi günümüzde Küresel İlkeler Sözleşmesi ile buluşturmaktadır.

Önceleri, şirketler “itibarlarına değer katsın” yaklaşımı ile bu ilkeleri benimsemişlerdi. Ancak zaman içinde bu ilkelerle uyumlu politikaların global pazarlarda kendilerine birer rekabet avantajı yarattığını gördüler. Çünkü, tüketici, yatırımcı, çalışan ve toplum genelinde “tercih” edilen birer kurum haline dönüşmenin içeriği bu yaklaşımın içinden doğmuştu. Bunun doğal sonucu olarak da şirketlerin iş sonuçları bu yaklaşımdan nemalanmaya başladı! Bu ilkeleri uygulayan şirketlerde çalışan bağlılığı arttı, nitelikli ve yetenekli gençler için bu şirketler birer çekim merkezi oldu. Tüketici, ürün ve hizmetlerini satın aldığı markaların arkasında bunları üreten şirketlerin Küresel İlkeler Sözleşmesine imza atmış olduğun görünce bağlılığını tekrar satın alma ve tavsiye etme davranışları ile gösterir oldu. Yatırımcıların ilgisi bu şirketlere yoğunlaştı. Evrensel değerlere duyarlılık gösteren şirketler bir anlamda gelecek güvencesi ve yönetim kalitesi yaratıyorlardı. Finansal verilerin dışında elle tutulamayan değerleri simgeleyen bu görüntü yatırımcılar için de bir güvence oldu. Sivil toplum, kriz ortamlarında, zor zamanlarda bile bu şirketlerin yanında duran bir görünüm sergiledi.

Bütün bu oluşum şirketlerin pazar değerine yansıdı! Global pazarlarda daha etkin ve güçlü rekabet eder konuma geldiler. Beğenilen, tercih edilen, itibarlı kurumlar haline dönüştüler ve dönüşmeye de devam ediyorlar.

Öte yandan, Global Reporting Initiative isimli sivil toplum kuruluşu 2000 yılından bu yana şirketlerin ekonomik, sosyal ve ekolojik çevre alanındaki performansını ölçen standartlar geliştirdi. Global pazarların önde gelen ve sayıları bini aşkın şirket bu raporlama sistemini benimsedi. Küresel İlkeler Sözleşmesi’nin bir anlamda tanımlanmış standartlarla raporlaması olan bu sistematik günümüzün en kapsamlı ve derin performans yönetim sistemi olarak tanımlanıyor.

Bütün bu sistematik, liberal ekonominin geçerliliğini koruduğu tüm pazarlarda şirketlerin amansız rekabet mücadelesine yansıdı. Bir anlamda, şirketler, ekonomik göstergelerin dışında sosyal ve çevresel alanlarda da rekabet ederek daha “yaşanabilir” bir dünyanın birer parçası haline geldiler.

Şimdi düşünelim; eğer Global Compact Türkiye’nin Anayasası olsa idi... Yani, Türkiye’yi yönetenler Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen Küresel İlkeler Sözleşmesinin altına imza atıp bunu ülkenin Anayasası olarak benimselerdi... Türkiye’nin dünya ülkeleri arasındaki itibarı ne olurdu?

Yani Anayasa’nın maddeleri şunlardan oluşmuş olacaktı; Küresel İlkeler Sözleşmesinin içeriği ve maddeleri şunlardır:


İNSAN HAKLARI
İlke 1: İş dünyası ilan edilmiş insan haklarını desteklemeli ve bu haklara saygı duymalıdır.
İlke 2: İş dünyası, insan hakları ihlallerinin suç ortağı olmamalıdır.
·
ÇALIŞMA KOŞULLARI
İlke 3: İş dünyası çalışanların sendikalaşma ve toplu müzakere özgürlüğünü desteklemelidir.
İlke 4: Her türlü zorla ve zorunlu çalıştırmaya son verilmelidir.
· Çalışanlar emeklerini kendi isteği ile yapmalıdırlar. Kanunlara uygun şekilde çalışmalı ve istifa edebilmelidirler. İşyerlerinde zorlamalara ve şiddete maruz kalmamalıdırlar. Ücretleri nakdi olarak ödenmelidir.
İlke 5: Her türlü çocuk işçiliğe son verilmelidir.
İlke 6: İşe alma ve çalışma süreçlerinde ayrımcılığa son verilmelidir.


ÇEVRE
İlke 7: İş dünyası çevre sorunlarına karşı ihtiyati yaklaşımları desteklemelidir.
İlke 8: İş dünyası çevreye yönelik sorumluluğu arttıracak her türlü faaliyete ve oluşuma destek vermelidir.
İlke 9: Çevre dostu teknolojilerin gelişmesi ve yaygınlaştırılması özendirilmelidir.


YOLSUZLUKLA MÜCADELE
İlke 10: İş dünyası rüşvet ve haraç dahil her türlü yolsuzlukla mücadele etmelidir.


Tanımlanmış bu ilkelerin alt açılımları ile birlikte bir Anayasa’nın yürürlükte olduğu bir ülkenin iş sonuçları acaba şirketlerin ki gibi olumlu etkilenebilir miydi? Yani; o ülkede yaşayan insanlar (çalışanlar) ülkelerine daha bağlı ve mutlu bir toplumu temsil edebilir miydi? Tüketiciler (yerli ve uluslararası) bu ilkelerle yönetilen bir ülkenin ürün ve hizmetlerini daha mı öncelikli tercih ve tavsiye ederlerdi? Yatırımcılar, (yerli ve uluslararası) için bu ilkelerin ön şart olduğu Türkiye daha cazip bir yatırım tercihi olur muydu? Avrupa Birliği, NATO, Birleşmiş Milletler, OECD gibi çok ülkeli temsil kuruluşları ve A B D gibi ülkelerin (sivil toplum) Türkiye ile olan ilişkilerinde bu Anayasa nedeniyle ilişkiler farklı bir boyut taşır mıydı? Bunlarla birlikte, aynen şirketlerin yaptığı gibi, ülke performansını ekonomik, sosyal ve ekolojik çevre başlıkları altında tanımlamış Global Reporting Initiative standartlarına göre ölçümleyen ve raporlayan Türkiye ülkeler arası gelişmişlik biriminin değişimine öncülük eder miydi?

Yani sonuçta, böyle bir anayasayı benimsemiş Türkiye “farklılaşmış” ve “itibarlı” bir ülke konumuna gelebilir miydi?