algılama yönetimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
algılama yönetimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Şubat 2009 Pazartesi

Şimdi Stratejik İletişim Zamanı


ŞİMDİ STRATEJİK İLETİŞİM ZAMANI
SALİM KADIBEŞEGİL
MEDİACAT YAYINLARI
2009



GfK sponsorluğunda yayımlanan kitabın "Giriş" ve Sayın Tuncay Özilhan'ın yazdığı "Önsöz"den...

GİRİŞ

Bu yayın halkla ilişkiler alanında kendimizi yenileme fırsatı veren bir kitap değil... Yükselen değerlerden biri olan sosyal sorumluluğa yaklaşım biçimimizi oluşturmak için tutunacağımız bir dayanak da değil... Etik anlayışımızı, şeffaflık, açıklık ve hesap verebilirlik tanımlamalarımızı sorgulayacağımız bir içeriğe de sahip değil... Kurum itibarını yönetmek konusunda yetkinliklerimizi sınayabileceğimiz bir reçete de sunmuyor!

Yayın, daha önce yayımlanan diğer 5 kitapta olduğu gibi -Halkla İlişkilerde Temel İlkeler (1985), Halkla İlişkilerin Reçetesi (1990), Halkla İlişkilere Nereden Başlamalı? (1997), Kriz Geliyorum Der! (2002) ve İtibar Yönetimi (2006)−iş dünyasında iletişim ve ilişkilerin yönetimi alanında “doğrular ve yanlışlar” arasındaki gözlemlerin ufuk turu... Bu ufuk turunun çıktısı eğer bize “iletişimde yeni bir vizyon oluşumuna” katkı sağlarsa ne mutlu bize!

Teorik bilgilerin alt yapısını oluşturduğu, ancak uygulamaların zenginliği ile iş hayatının içinde anlam bulan bazı kavramlar bu kitap içinde yan yana oturuyorlar! Halkla ilişkiler ne idi, ne oldu? Neden kurumsal iletişim bugün halkla ilişkileri oturduğu yerden kaldırmaya çalışıyor? Sosyal sorumluluk, kurum itibarı, etik anlayış, kurumsal yönetim gibi kavramlarla kurumsal iletişimin ne ilgisi var? Şirketin logosu, vizyonu, CEO’ların peformansı ile kurumsal iletişim arasındaki bağlar ve hatta “düğümler” nerede?

İş dünyası rekabeti artık “ nerede” arıyor? Hayatımıza giren “sürdürülebilirlik” sadece bir pazarlama anlayışı mı? Ürünlerimizi “yeşile” boyayarak bir rekabet avantajı mı yaratmak istiyoruz?

Tarihe “Kara Eylül” olarak geçecek ve Amerika Birleşik Devletleri’nin başını çektiği kapitalist sistemin temelden sorgulanacağı gelişmeler, büyük finans kuruluşlarının birbiri arkasına batmasını gündeme getirdi. 1989’da Berlin Duvarı ile 20. yüzyıla damgasını vuran bir sistem tarihe gömülmüş idi. Şimdi de rakibi “can çekişiyor”... Wall Street duvarının yıkılacağı, yerle bir olacağı kimin aklına gelirdi?

Peki, dünya nereye gidiyor? 1950’lerde ayrışan ve “benim düzenim daha iyidir” şeklinde kurgulanan sistemlere n’oldu? Sistemin oyuncuları olan IMF’ler, BM’ler, Dünya Bankası vb. kurumların da “raf ömrü” doldu mu acaba?

Kitap içinde, Global Reporting Initiative Başkanı Mervyn E. King’in bir tespiti var: “Dünya sosyal kapitalizme gidiyor?” Bu tespit acaba ne kadar gerçek?

Peki, dünyanın dört bir tarafındaki gelişmeler, daha ideal bir dünya ve sistem tanımı içine yoğunlaşırken, şirketler, toplumla aralarındaki iletişimi ve ilişkileri hangi esaslarla doğru yönetecekler? CEO’lar, stratejik kararlarını hangi veriler üzerine inşa edecekler? Rekabet, hangi değerler üzerinde yükselecek? Hepsinden önemlisi, “sürdürülebilir kârlılık” nasıl güvence altına alınacak? Bu hedeflere yönelik uygulamalarda iletişim ve ilişkiler hangi esaslara göre yönetilecek?

Kitap, üst düzey yöneticilerin kurumsal iletişimle ilgili değerlendirmelerine ışık tutmakla birlikte, özellikle, iletişimi yönetmekle görevlendirilmiş kadroların kendi birikim ve gözlemlerine katkı sağlayabilecek bir açılımı gündeme getiriyor. Bu açılım, belki de, iletişim ve ilişkilerin stratejik olarak yönetmek adına öğrendiğimiz birçok “doğru”yu gündemden kaldıracak.

Bunun böyle olması gayet normal. Çünkü 11 Eylül saldırısı ve Enron’un tsunami dalgalarının yarattığı ortam, “hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının” göstergesi oldu. Artık, yeni bir dünya var ve bu dünyanın da yeni kuralları! Bu kurallar, doğru bildiklerimizin çöp sepetine atılma zamanının geldiğine işaret ediyor olabilir.

Değişime uğramayacak bir tek olgu var; şirketlerin toplumun güvenine olan gereksinimleri, toplumun da güvenebileceği şirketlere olan gereksinimi... İşte kurumsal iletişim, şirketlerin bu beklentilerini karşılayabilecekleri bir kavram ve disiplin...

İşler ve roller değişiyor... Daha doğrusu değişmek zorunda! Şirket yöneticileri artık, yaptıkları işlerin ağır bedellerini ödemek istemiyorlar. “Keşke zamanında biri bizi uyarsaydı” diyorlar.

Şimdilerde, şirketlerdeki kurumsal iletişim yöneticileri, hiyerarşik yapılanmadaki bir görevli olmaktan çok, bir “ombudsman” sorumluluğu içinde hareket etmeleri gereken profesyoneller... Toplumun çıkarlarını korumak ve gözetlemek adına, “her şeye” burunlarını sokan ve belki de “stratejik” kararların yol ve yön değiştirmesinde etkin rol oynayacak kişiler.

Bu yetkinlikteki kurumsal iletişim yöneticilerinin çıkışları, ona, buna, her şeye karışıyor olmaları, birçok kişinin işine gelmeyecektir... Şirket menfaatlerini görmezden gelen ve hatta bunlara ihanet eden kişiler gibi de algılanacaklardır. Kendini değiştirmek konusunda direnen organizasyonel yapılar gelişmeleri böyle değerlendireceklerdir.

Ancak, yine de, kurumsal iletişimin yeni açılımı, toplum içinde “saygın, güvenilir ve varlığı takdir edilir” bir kurum oluşturmaya yönelik çabaların ürünü olarak tanımlanacaktır. Durum böyle olunca, kurumsal iletişimcilerin, şirketin orta ve uzun vadedeki çıkarlarını düşünen, “kısa günün kârı” anlayışından uzak kimlikleri olacaktır.

Bu değişimin bu noktalara varabilmesi şirket yönetimlerinde “yeni bir vizyonun” gerekliliğini kaçınılmaz kılmaktadır. Çünkü zamanında halkla ilişkilerin “ilişkileri” unutup iletişime odaklanması ve özellikle de “medya iletişiminden” medet umması, bu mesleğin bir kimlik erozyonuna uğramasına neden oldu. Asli işi olan “ilişkiler” işin “zor” kısmıydı. Kim uğraşırdı, bu ilişkileri, stratejik bir amaca yönelik kurgulamak ve boşa zaman harcamaktan! Medyada görünürlük yaratmak kestirme bir yoldu ve halkla ilişkiler bunu tercih etti. Kavramsal bir ironi herhalde, “kurumsal iletişim” de iletişim odaklı bir yaklaşımı tercih ediyor ama asıl yoğunlaştığı alan “paydaş entegrasyonu”... Yani ilişkilerin yönetilmesi! Şirketin tüm paydaşlarının beklentilerinin doğru olarak tanımlanması, şirket stratejilerinin paydaşları ile sahip olunan ortak kültür ve değerleri dikkate alarak iletişim alanlarına taşınması... Bu nedenle, günümüzde çok uluslu şirketlerin organizasyonlarında “Kurumsal ilişkiler” adı ile yapılanmalara gidiliyor. Yatırımcı ilişkilerinden, yerel toplum entegrasyonuna kadar kurumsal düzeyde bu ilişkilerin etkin bir şekilde yönetilmesi hedefleniyor. İlişkilerin “sahipsiz” kalmaması gerektiğinin altı çiziliyor.

Bir dönem daha iletişim ve ilişki yönetiminde bu “karmaşa” devam edeceğe benzer. Taşlar henüz yerli yerine oturmadı... 1980’lerde “yatırımcı ilişkileri” halkla ilişkilerin içinden kopup ayrı bir meslek dalı haline gelmişti. Lobiciler, “Biz zaten ayrı bir iş yapıyoruz” diyerek kendilerini ayrıştırmışlardı. Sıra kurum içi iletişim yönetenlerde!!! Ayrı bir meslek olarak otonomilerini ilan etmelerinin eli kulağında. Kurumsal iletişimciler, halkla ilişkilere bir “omuz” atarak oturacak bir yer bulacaklar. Kurumsal ilişkileri yönetenlerde “Biz farklı bir iş yapıyoruz” diye kendi sandalyelerini iletişim salonunda farklı bir renge boyayacaklardır.

Peki, Nike, Shell, Coca-Cola, General Electric, British Telecom gibi dünyanın önde gelen şirketlerinin organizasyonlarındaki “Sürdürülebilirlik Direktörlükleri” hangi sınıfa girecek?

Kıssadan hisse; yolumuz uzun... Daha birçok kavramla iç içe yaşayacağız. Organizasyonel kültüre ve beklentilere uygun görev tanımlarımız olacak. Düne kadar doğru bildiklerimizin bugün pek bir geçerliliğinin olmadığını göreceğiz. Ama şu hiç değişmeyecek; şirketler kurumsal düzeyde ilişkileri ve iletişimi yönetmek durumunda. Bunun da bir sahibi olacak!

ÖNSÖZ

TUNCAY ÖZİLHAN
ANADOLU GRUBU
YÖNETİM KURULU BAŞKANI



Zaman hızla akıp giderken toplumun değer yargıları da değişime uğruyor. Tercih ve seçimler bu yeni anlayışın etkisi altında gerçekleşiyor.
Artık öncelikli olarak elle tutulamayan değerlerin varlığı sorgulanıyor. Ahlaki değerlerin önemi, adalet duygusunun hakimiyeti, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri; İş hedeflerine ulaşabilme ve karlılığın çok ötesinde, değerlendirme kriterlerinin ilk sıralarında yer alıyor.
Başarının, sosyal sorumluluk alanındaki duyarlılık, topluma örnek ve öncü olabilecek açılımlar ile bağlantılı olduğu aşikar. Toplumun bütün kesimleriyle güven bağı oluşturabilmenin bu ilkelere dayalı olduğu daha net anlaşılmış bulunuyor.
Bu anlayışa, hem şirketlerimizin iş dünyasındaki başarıları hem de toplumsal yaşamın her alanında gerçekleşecek sosyal barış ve gelişmişlik için çok ihtiyacımız var.
Sınırların daha ince çizgilerle çizildiği, toplumların küresel gelişmelere odaklandığı günümüzde yerel olduğu kadar evrensel değerler de önem kazanıyor.
Türk şirketleri, bu alanda dünyanın önde gelen çok uluslu şirketleriyle yarışabilecek yetkinliklerle donanmak ve yeni iş modelleri yaratmak zorunda.
Bilgi çağında küresel rekabetin ön koşullarından biri de iletişimi yönetmek. Şirketler ancak sahip oldukları değerlerin iletişimini yaparak pazar değerlerini artırabiliyor ve geleceklerini güvence altına alabiliyorlar.
Elinizde tuttuğunuz bu kitap, kurumsal iletişimin stratejik yapılanması için gerek duyulabilecek bütün bilgileri içeren yapısının yanı sıra günümüzde çok daha önemli ve öncelikli bir kavram haline gelen “itibar”ı da her yönüyle ele alıyor.
Her seviyede yöneticinin bu kitabı okuması, uygulaması ve el altında bulundurması gerektiğine inanıyorum.

29 Ağustos 2008 Cuma

Sosyal Sorumluluk “bireysel” sorumlulukla başlar!



Salim Kadıbeşegil
Stratejik İletişim Danışmanı
ORSA Stratejik İletişim Danışmanlığı

Sosyal sorumluluk günümüzün yükselen değerlerinden bir tanesi...Sadece ülkemizde değil, dünyanın dört bir tarafında, her toplumun farklı ihtiyaç ve beklentilerini karşılamak üzere binlerce sosyal sorumluluk projesi yönetiliyor. Bu ihtiyaç ve beklentileri temsil eden binlerce sivil toplum kuruluşu ile bir şekli ile işbirliği/ortaklığı gerçekleştiriliyor.

Duygulara hitap eden sosyal sorumluluk alanları doğal olarak “istismara” veya “suistimale” de açık alanlar olarak günlük yaşamda karşımıza çıkıyor. Aslında, sosyal sorumluluk yapıyor”muş” gibi görünen ancak toplumun duygularını “inciten” markalar “kaş yapayım derken göz çıkartmış” oluyorlar! Var olan marka değerlerini ve imajlarını “kısa günün kârı”na feda edebiliyorlar.

Sosyal sorumluluk “stratejilerinin” tasarımında genel kabul görmüş evrensel doğrular vardır. Eğer bu doğrular benimsenirse, kurumsal sosyal sorumluluğun sadece sosyal alanlara yönelik projelerin yönetiminden ibaret olmadığı, bütünsel bir yönetim biçimini tanımladığını görmekteyiz.

Söz konusu evrensel doğruların başında; her kurumun, kurulduğu ilk günden itibaren tüm paydaşlarına veya toplum geneline karşı “sorumlulukları” olduğu gerçeği vardır. Yani, sosyal sorumluluk belli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra bir sosyal proje yönetmek veya bu projelere kaynak ayırmak biçiminde ifade edilemez. İşimizi, hangi büyüklükte olursak olalım “sosyal sorumluluğun şemsiyesi altında tanımladığımız” kavramları bir bütün olarak yönetmek olarak görmeliyiz.

Buraya giden süreç “bireysel sorumlulukla” başlamaktadır. Kurum hiyerarşisinin hangi düzeyinde olursak olalım “bireysel sorumluluklarımızın bilincinde olmak ve buna uygun hareket etmek” ait olduğumuz kurumun sosyal sorumluluk anlayışının doğru bir temeli olduğunu ortaya koyacaktır. Kendimiz küresel ısınma konusunda duyarlı değil isek, enerji tasarrufuna yönelik önlemleri evimizde uygulamıyorsak, kurumumuzun bu konularda atacağı adımları hep uzak seyretmeye aday olabiliriz.

Bireysel sorumlulukla ilgili duyarlılığın bir sonraki aşaması “kurumsal sorumluluk” olarak değerlendirilmektedir. Şirket olarak; yönetmelikler, regulasyonlar, kanunlar ve yasal uygulamalarla ilgili duyarlılık ve bunların gereklerini yerine getirmek kurumsal sorumluluklarımıza karşı bir göstergedir. Vergilerimizi zamanında ödemek, kayıt dışı ekonominin bir parçası olmamak; yolsuzluk, rüşvet, usulsüzlük gibi alanlara kaymamak, sigortasız veya çocuk işçi çalıştırmamak gibi konular kurumsal sorumluluklarımızla ilgili performansımızı ortaya koyar.

“iyi kurumsal vatandaş olmak” yani; etik ilkelerin olması, bunların günlük yaşama uyarlanması; açık, şeffaf, dürüst, adil politikaların benimsenmiş olması, hesap verebilirlik ilkeleri ile yönetim bu anlamda değerlendirilecek bir diğer sorumluluk alanıdır.

Ekolojik çevreye olan duyarlılık, karbon ayak izimizin azaltılması ile ilgili oluşturulacak politikalar yine kurumsal sorumluluklarımız başlığı altında yönetilmektedir.

Bir sonraki aşama ise “sosyal sorumluluklar” dır. “Kurumsal” sözcüğü özellikle kullanılmamıştır. Çünkü, Kurumsal Sosyal Sorumluluk sayılan tüm hususlarla ilgili performansın bütünüdür!

Sosyal sorumluluklar başlığı altında da; çalışanlarımızın sosyal projelerde çalışmalarının teşvik edilmesi, gönüllülük sistemlerinin yaygınlaştırılması, sivil toplum kuruluşları ile ortak sosyal projeler yönetilmesi, hayır ve bağışlar, yardımlar bu kapsamda değerlendirilmelidir.

Kurumsal sosyal sorumluluğun en önemli performans göstergesi, bu anlayışa sahip yönetimlerin “değer zincirinin” tüm aşamalarında bu anlayışın geçerli olmasına yönelik politikalar üretmesidir. Yani, kurumun, hammadde tedarikinden, iş ortaklarına, alt yüklenicilerine kadar birlikte iş yaptığı tüm tüzel kişilerde “kurumsal sosyal sorumluluk” performansını uygulatma zorunluluğunu ortaya koymasıdır. Gerçek “kurumsal sosyal sorumluluk” bu dur!

Şimdi bu açıklamaların ışığında Tuzla tersanesinde yaşanmakta olan ve önü bir türlü alınamayan işçi ölümlerini değerlendirmek gerekir. Söz konusu tersane işletmecileri bu ölümlerin önüne geçecek önlemleri almadığı sürece bir veya bir kaç sosyal projeye milyonlarca dolar kaynak ayırsa ve yönetse bu “kurumsal sosyal sorumluluk” olarak sayılabilir mi? Kamuoyunun vicdanını fethedebilir mi?

1 Mayıs 2008 Perşembe

Krizlerde ancak yönetim kalitesi ile ayakta kalır ve geleceği yönetebilirsiniz!

  • Türkiye kadar kriz deneyimi yoğun bir başka ülke yoktur herhalde... Bu deneyime karşın iş hayatında kriz yönetme yetkinliğimizi “likidite” bazlı operasyonel planlar üzerine inşa ediyoruz!

    Krizler, kendi içindeki tüm çalkantılara karşın aynaya bakmamızı sağlıyor. Saçımızı başımızı yolduğumuz değil, taramaya başladığımız dönemlerdir krizler. Geçmişten dersler çıkardığımız, dışımızdaki dünyanın değişim dinamiklerinin neler olduğunu anlamaya çalıştığımız özel dönemlerdir.

    İş dünyasının dinamikleri 1990’larla birlikte “çok para kazanmak” bazlı olmaktan “çok değer yaratmak” sürecine girdi. Fortune’un “En büyükler listesinde” olmaktansa “En beğenilenler listesinde” olabilmek yarışı başladı. Beğeniyi tetikleyen dinamikler finansal odaklı olmaktan çıktı. Şirketlerin pazar değerlerinin % 60’ını artık elle tutulamayan değerler oluşturuyor![1] Çok para kazandığımızın belgesi olan finansal raporlar “geçmişi” temsil ediyor. Değer yarattığımızın belgesi olan “sürdürülebilirlik raporları ise “geleceği”...

    Çalışanlara “maraba”[2] gözüyle baktığımız günler çok uzakta değil. Ama o “maraba”lar bugün bir çok şirkette yatırımcı! Tasarrufları ile geleceklerini güvence altına alacakları şirketleri özenle seçiyorlar. Seçim kriterlerinin arasında finansal performans göstergeleri alt sıralarda yer alıyor. Çalıştıkları şirketin sosyal politikalarına yön veriyorlar. İşverenler de “çalışan markası” konsepti ile bu beklentilere yanıt arayışı içinde. Mükafatı ise şirketlerin pazar değerinin içinden geliyor. Çalışanlarını marka haline dönüştürmüş şirketlerin pazar değerleri içinde bu politikalarının karşılığı % 16’lardan başlıyor.[3]

    İçinde yaşamakta olduğumuz kriz her ne kadar siyasi bir gündemin parçası gibi görünse de aslında Türkiye’nin ekonomik politikalarının bugün ulaştığı matematiksel açılımların bir ürünü. Buna rağmen bu dönem geçip gitmek durumunda.. Yaşam devam ediyor... 1994’de, 1999’da ve 2001’de olduğu gibi geride kalacak. İş dünyasında “birileri” dersler çıkaracak, “diğerleri” iş hayatının kütüphanesindeki tozlu raflarda “tarih” olacak.

    Enron’la birlikte değişimin dinamikleri tetiklendi. Amerikalı danışman Rogen McNamee’nın adını koyduğu “Yeni Normal” iliklerimize kadar işledi. Eskinin kuralları ile işini yönetmek ısrarcılığında olanlar birer birer veda ediyor... Daha on yıl önce esamesi okunmayan Google 65 milyar dolar ile en değerli marka oluveriyor. Öldü, bitti, kanserden gidiyorla gündemi işgal eden Steve Jobs birbiri ardına gündem oluşturuyor. Sadece Amerikayı değil, dünyayı yöneten General Motors’lar, Ford’lar, Shell gibi kuruluşlar “büyüklük” sıralamasındaki yerlerini bile “yeni yetme” çocuklara terk etmek zorunda kalıyorlar.

    Çünkü değişimin dinamikleri “sosyal sermayeyi” tetikliyor... Elle tutamadığımız, gözle göremediğimiz bu sermaye “değer” üretiyor. Para ediyor! Gelecek vaat ediyor!

    Sosyal sermayeyi ise “iyi yönetilen ve bunu yönetim kalitelerine borçlu” olan şirketler oluşturabiliyor! Çünkü toplum, güveni, bu kalitenin oluşturduğu temel yapılanmada arıyor ve buluyor! Tüketici, raftan alışveriş arabasına koyduğu ürünün arkasında hangi şirketin olduğuna bakıyor. O şirketin yönetim kalitesi ile ilgili kanaatlerine göre ya alışverişe devam ediyor ya da aldığı ürünü rafa iade ediyor! Yatırımcıların değerleme karnesindeki 100 puanın 48’i yönetim kalitesi ile ilgili hususlara ait.[4] Kalanları finansal değişkenler.. Ama bu 48’den geçer not alamayanlara yatırım ve kredibilite kapıları açılamıyor! Öte yandan, Nitelikli çalışanlar iyi yönetilen şirketlerde çalışmak istiyorlar. Birinci tercihleri bu şirketler için. Şirket çalışanlarının bağlılığı da çalıştıkları şirketin yönetim kalitesinden ne oranda geçer not aldığı ile ilgili...

    Sosyal sermayeyi neler oluşturuyor? Yapılan araştırmalar içinde çok kapsamlı bir içerik olmasına karşın 4 ana başlıkta bunlar özetlenebilir.

    Kurumsal yönetim ilkeleri
    Kurum itibarı
    Sürdürülebilirlik politikaları ile yönetim
    Çalışan markası yaratmak


    Kurumsal yönetim ilkeleri şirketin; etik, adil, açık, şeffaf ve hesap verebilirlik ilkeleri ile “iyi bir kurumsal vatandaş” olmasını hedeflediği alanları tarif ediyor.

    Kurum itibarı, şirketin paha biçilmez sermayesini korumak ve kollamak adına, başta ekolojik çevre ve sosyal sorumluluklar olmak üzere, toplumun değerleri ve duyarlılıkları ile buluşmak amaçlı politikaların üretilmesi ile ilişkili...

    Sürdürülebilirlik politikaları “yönetim kalitesinin” uluslararası geçerliliği olan raporlama sistemleri ile performansını belgelemesi...

    Çalışan markası yaratmanın temel koşulu “çalışanları” değer olarak tanımlamak. Zar zor bulduğumuz, yetiştirdiğimiz, eğittiğimiz ve geleceğimizi emanet ettiğimiz çalışanlarımıza sahip çıkmak. Her birinin şirketin kültür ve değerlerini her ortamda ve her koşulda temsil etmesini sağlamak. Gönül rızasıyla!

    Şirketlerin global pazarlarda yetkinliklerini artırması, performansları ile bir gelecek güvencesi yaratmaları sosyal sermaye birikimlerine bağlı! Yönetim kalitesi “iyi” olan şirketler bu krizde bunu fırsata dönüştürecek olanlardır!

  • [1] RAES THIERRY, Pricewaterhouse Coopers, Sürdürülebilirlik Semineri, Mart 2008, ISTANBUL
    [2] OĞUZ ŞEREF, Peryön ortak akıl toplantısı, Şubat 2008, Istanbul
    [3] AMBLER TIM, Employee-based brand equity London Business School

    [4] LOW JON- KALAFUT PAM, The Invisible Advantage