kurumsal iletişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kurumsal iletişim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2009 Cumartesi

TİTANİK neden 2 kere battı?


Titanik neden 2 kere battı?

İnfomag Ocak 2009

Salim Kadıbeşegil

Geçen yüzyılda Titanik iki kere battı. Ama ikisi de aynı nedenden: buzdağına çarptı!
Birinci Titanik faciası 14 Nisan 1912 de akşam saat 23.30'da meydana geldi. Batması yaklaşık 3 saat sürdü. Şimdilerde atlas okyanusunda battığı bölgede 38.000 metre derinlikte yatıyor.

İkinci Titanik faciası ise 1 Aralık 2001 de Enron’un bir başka buzdağına çarpması ile meydana geldi. 2000 yılında 101 milyar dolarlık gelirleri ile Fortune 500 sıralamasının 7. büyük şirketi olan Enron’un batması, onunla birlikte yolculuk yapanların da sonu idi. 38 milyar dolarlık şirket bir gecede 5 milyon dolarlık şirkete dönüşüverdi.

Ama ikinci Titanik’in batışı birincisi gibi birkaç saat içinde sona ermedi. Hatta birkaç yılda bile bitmedi. Çünkü buzdağının görünen yüzünde işler “tıkır tıkır” yürürken veya öyle sanılırken dağın altındaki buz tabakası her gün biraz daha derinlere kök salıyordu. Buzdağının altındakiler “etik ve ahlaki” değerleri simgeliyordu ve iş dünyasının dağa çarpan kesiminde bunlar hiç de “önemli” değildi.

Enron’un batışının neden olduğu dalgalar Arthur Andersen. Tyco, Worldcom ,Adelphia gibi adı sanı büyük ama kasalarının ne kadar dolu olduğu tartışılan şirketleri bir çırpıda yuttu. Hatta bu dalgalar İtalyan Parmalat, İngiliz Northern Rock gibi Avrupalı şirketlerin foyalarını da açığa çıkarttı. Buzdağının altındaki “etik ve ahlaki” değerler dalgaları, kendilerinin yıllarca halının altına süpürülmelerinin intikamını alırcasına bu kez Bear Sterns, Fannie Mea, Freddie Mac’ın kapısını çaldı. Merrill Lynch Banc of America’nın,kucağına atlayarak son anda kurtuldu. Ama sıra Lehman Brothers ve AIG geldiğinde “takke çıktı kel göründü”.

Friedman ve Greenspan

Dünya ekonomisini yerle bir eden 2008’deki “kara eylül” finansal krizinin nedenleri aslında Amerikanın ekonomi sisteminin kendi doğasındaki çarpıklıklarının bir ürünü. Ama bundan daha da önemlisi, stratejik kararların verilmesinde etken olan “itibarlı” şahsiyetlerin kamuoyu ile paylaştıkları bilgilerin yönlendiriciliği… Örneğin; 13 Eylül 1972 tarihli New York Times gazetesinde, daha sonra Nobel iktisat ödülü alacak ve ülkemizde de makro ekonomik politikaların belirlenmesinde görüşleri ile etken olacak Milton Friedman ile yapılan bir söyleşi yer aldı. Friedman bu söyleşisinde; “ İş dünyasının sosyal sorumluluğu kâr etmektir” şeklinde bir yaklaşımı ortaya koyuyordu. Çünkü, sermayesi tabana yayılmış ve yatırımcı yelpazesi toplumun her kesimini kapsama alanına almış bir düzenin tek ama tek beklentisi ”kâr etmek” ile özetlenebilirdi.

Söz kosnusu beklentinin sonuçlarını yıllara yaymak sistemin özüne pek uygun düşmüyordu. Bu nedenle 3’er aylık dilimlerle şirketlerin finansal sonuçlarını açıklamaya dayalı bir sistem bu şirketleri yöneten CEO’ların “raf ömürleri” ile ilişkili bir hale geldi. Bu süre, finansal performansa odaklı şirket üst yönetimlerinin her seferinde biraz daha fazla risk ile işlerini yönetme iştahını kabarttı. Ve bir zamanlar dünyanın “en itibarlı ve güvenilir kimliği” olan ABD Merkez Bankası eski Başkanı Alan Greenspan “kara eylül” faciasından sonra medyaya şöyle mâl oldu; “Greenspan, kendisinin ekonomiyi algılama modelinde de bir "yanlışlık" olduğunu kabul etti ve "40 yıldan fazla süredir bu sistemin iyi çalıştığını zannediyordum" diye konuştu”

“Yeni Normal”
Asil Nadir’in 1990’ların başında İngiltere’de Poly Peck Plc. İle başlayan “ayak oyunlarının” neden olduğu piyasalardaki kıpraşma Enron ile ayak sesleri duyulur hale geldiğinde Amerikalı yatırımcı ve Danışman Robert McNamee ortaya “ Yeni Normal” diye bir kavram attı. McNamee’nin bu kavramı iş dünyası ile tanıştırmasının arkasında 10 Mart 200 tarihinde yaşanan ve teknoloji şirketlerinin oyun alanı olan NASDAQ ile yatırımcıların büyük bir ders alması yatmaktaydı. Amerikan toplumu “dot com” balonu ile neyin üretildiğini bilmediği ama her şeyin arkasında bir “Microsoft” zenginliği yaşayacağını sandığı bir rüyadan NASDAQ depremi ile uyandı. Hemen arkasından yaşanan ikiz kuleler ve pentagon saldırıları ile “ Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” belgelenmiş oldu.
McNamee, NASDAQ depreminin sıradan bir borsa çöküşü olmadığını, iş dünyasında belirsizliklerin, tedirginliklerin ve karamsarlıkların başını çektiği yeni bir dünyanın sayfalarının açıldığını vurgulamaktaydı. Amerikalı danışman McNamee, artık babalarımızın dönemindeki gibi şirketlerin veya hükümetlerin tüm geleceğimizi güvence altına aldıkları bir yaşam tarzının geride kaldığının altını çiziyor. “Yeni normal cesur olanları, girişimci olanları ödüllendirecektir.” diyor McNamee…


“In the New Normal, the trick is to get real about the new set of challenges we face and what it takes to win in an environment where there are no shortcuts. "You have two choices," says McNamee. "You can say, 'I'm out. I'm never going to do this again.' Or, if you're a lifer, you say, 'Okay, what lessons have I learned? Because I have to do it again, whatever the circumstances in the marketplace. I'm just going to be a lot smarter this time.' If you're willing to do some homework, and if you're willing to be a little different from everyone else, there are countless opportunities worth pursuing. That's what the New Normal is all about."

Yeni bir dünya kuruluyor… Biz neresindeyiz?


Aslında yaşamakta olduğumuz günler ikinci dünya savaşı sonrası bloklara ayrılmak üzere olan eski siyah beyaz bir filmin kareleri gibi… Birleşmiş Milletler, Marshall yardımları, Dünya Bankasının ve IMF’in kuruluşu, siyasete “Demirperde”, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AB) kavramının girmesi… 20. yüzyıla damgasını vurmuş tüm bu gelişmeler, kavramlar ve kurumlar içinde bulunduğumuz yüzyılın başlarında ya yok oldular ya da can çekişiyorlar. 2020’lerde 15 milyara dayanması beklenen dünya nüfusu, her geçen gün kendini daha fazla yakın çevremizde hissettiren küresel ısınmanın yol açtığı ciddi çevre sorunları, kirlenen ve hatta yok olan temiz su kaynakları, bunların doğal sonucu daha sık baş gösteren gıda krizleri, tükenmeye yüz tutan fosil enerji bir yanda.
Diğer yanda ise, 1980’lerden bu yana 25 milyon kişinin hayatını yitirdiği ama her beş dakikada bir AIDS hastalığına yakalanan insanların sayısının 40 milyonu aşmış olması, her yıl 10 milyon çocuğun beş yaşına bile gelmeden önlenebilir hastalıklar yüzünden ölmesi, bir milyar kişinin açlık sınırında yaşıyor olması bizimde içinde bulunduğumuz gezegeni bu yüzyılda hangi sorunların beklediğini çok net bir şekilde gösteriyor.


Ne yapmalı?


İster küçük bir mahalle bakkalı işletiyor olalım, ister Çorum’da, Adıyaman’da, Samsun’da yanımızda 80-100 kişiyi çalıştırdığımız bir işletme sahibi, ya da bir ayağımız yurt dışında küresel pazarlarda köşe kapmaca oynayan “markacıklar” olalım. İçinde bulunduğumuz mevcut koşulların yönetiminde, gözümüzde büyüyen “belirsizliği ve tedirginliği” ancak kendi “belirginliklerimizi” tanımlayarak aşabiliriz.
Şimdi bildiğiniz tüm doğruları bir kenara bırakın. Krizi yönetmenin birinci koşulu kriz gerçeğini kabul etmektir. Krizi de olağan dönemin koşulları ile yönetemezsiniz. Sıvayın kollarınızı ve ‘Yeni Normal’ le buluşun!


Reçetedeki ilaçlar


Reçetedeki ilaçlar sırasıyla şöyle;


Önce itibarımız..
Bugünlerde itibarımızı yönetmekten daha önemli bir işimiz olamaz.. Güven inşa etmek ve bunu korumak durumundayız…Tutabileceğin sözler ver ve sözünün arkasında dur.. Çalışanlarınla, müşterilerinle, tedarikçilerinle ve diğer paydaşlarınla arandaki güvene hiçbir para birimi değer biçemez. Kriz, güvenle atlatılır. Güven havadaki oksijen gibidir. Varken kimse farkına varmaz. Olmayınca sorunun ne olduğu anlaşılır.. (Warren Buffet) Bugünlerde hiç kimse güvenli bir limanda olmadığını unutma! İtibar riski iş hayatında kaybedileceklerin en korkuncudur ve yerine de başka bir şey konulamaz.

Şirketler, böylesine özel dönemlerde “itibar sınavından” geçiyorlar. ABD’de örneklerine rastladığımız gibi, “samimiyet” güven oluşumunun temel göstergesi. Bu nedenle, böyle dönemlerde “çalışanların güvenini” sarsmayan yönetimler hem krizi iyi yönetip üstesinden geliyorlar hem de kriz sonrası dönem için rekabet avantajı yaratacak bir ortam yaratıyorlar.

Bu arada, itibarı korumak bazen itibarın toptan yitirilmesine de neden olabilir. Geçtiğimiz bayram tatil için gittiği Kazdağlarında sel sularına kapılan ve 3 çocuğu ile birlikte talihsiz bir şekilde ölen girişimci, iş adamı Esat edin 2001 krizi ile ilgili şu anısını aktarıyordu;’Elimizde o dönemde yeterli kaynak vardı. Atacağımız adım ekonomik olmasa da itibarımız açısından çok önemliydi. Bir çok arkadaş itiraz etti. Bense ’iş hayatında itibar her şeyden önemli’ diyerek son noktayı koydum. Nerden bilebilirdim itibarımızı korumak için attığımız bu ilk adımın uzun vadede ekonomik anlamda itibarımızı zora sokacak süreci başlatacağını!’

Birlikte mesai yaptığımız ve ülkemizin önde gelen gruplarından birinin CEO’su, tüm yöneticilerine hitaben yaptığı bir konuşmada kurum itibarını ortada bir sehpa üzerinde duran 150 yıllık paha biçilmez nadide bir vazoya benzetmiş ve “arkadaşlar bizler bu vazonun etrafında top oynuyoruz” demişti. Bu benzetmeye yürekten katılmıştım. Çünkü kırılması an meselesi olan vazo itibarımızın ta kendisi. Top gelip de kırılırsa belki Japon yapıştırıcılar ile vazoyu tekrar sehpanın üzerine koyabiliriz ama üzerindeki çatlaklar o kurumsal marka ile tarihi boyunca kalacak ve dikkatli gözlerin önünde olacaktır.

Bu özel dönem şirketlerin müşteri kaybetmeye tahammüllerinin olmadığı dönemlerdir. Hele, memnuniyetsizliğin itibarın altını oymakta olduğu durumlar giden müşterilerin bir daha gelmemek üzere gittiklerinin göstergesidir. Web ortamında tüketici sayfaları, şikayet ve memnuniyetsizlikle ilgili sitelere baktığınızda ne kadar kolay çözüm üretilebilir sorunların karşısında şirketlerin ne kadar ciddi itibar sorunları ile karşı karşıya olduklarını görebilirsiniz.

Finans sizi değil siz finansı yönetin!


Finansal yönetim her zamankinden daha özenli ve hassas bir dikkat istiyor. Bir yandan kısa dönemli nakit akışı yönetmek diğer yandan da sürdürülebilirliğin güvencesi olacak kaynakların neler olabileceğinin hesabını belki de her gün yeni baştan yapacağımız günlerden geçiyoruz. Borçların yeniden yapılandırılması bu ortamlarda kimsenin yüzünü kızartmaz! Yeni ortaklıklar, birleşmeler, stokların düşük fiyatlara elden çıkarılması, başında durmadığımız veya stratejik önemi kalmamış işlerimizin satışı en az öz kaynakların sisteme entegresi kadar finansal rahatlıklar sağlayabilir.

Kendimizi yeniden keşfetmenin zamanı


Böyle dönemler kendimizi yeniden keşfetmenin tam zamanıdır. Uzun zamandır etrafında dolaşıp durduğumuz ancak hakkını veremediğimiz inovasyonu öğrenmek için bir fırsattır. Nedir yetkinliklerimiz? “Eski normale göre iyi olanlar yeni normale göre de uygun mu?” Bir yandan verimlilik diğer yandan yeni ürün ve hizmetlerle bir gelecek güvencesi oluşturulamaz mı? Süreçlere bakalım, müşteri ve tüketici beklentilerine mercek tutalım. Bakalım içimizdeki teknoloji, insan kaynakları, pazar gücü, ilişki ağımız hangi küçük oynamalarla bize fırsat kapılarını aralayabilecek.

Bunlar için bir inovasyon kültürüne ihtiyaç var. Sabırlı, inançlı ve tutarlı olmak inovasyonun ön koşulu. Unutmayalım ki, üç bin inovatif fikirden ancak bir tanesi ticari başarıyı getirebiliyor. Türklerin yenilikçi ve yaratıcılığının sınır tanımaz ancak bunları ticari başarıya dönüştürmekte pek yetkin olmadıklarını biliyoruz. Belki de bu dönem bu alanda ticari başarıyı da getirecektir.

Yeni bir beyaz sayfaya vizyon ve strateji yazalım. Değerlerimizi yeniden tanımlayalım


Yeni bir beyaz sayfa açmak için daha uygun bir zaman olamaz! Büyük resme defalarca bakalım. Nereye gidiyor dünya? Hangi ihtiyaçlar daha ön planda talep görecek. Hangi teknolojiler çevremizi donatacak? Toplumsal değerlerdeki değişim hangi yönde? Bizim bu değerlerle ilişkimiz nerelerde? Eski normale tutunanların yakında ürün ve hizmetlerini satacak müşteri bulamayacakları günler uzakta değil.

“Kara eylül” ile kurumsal değerler iflas etti. “İş ahlâkı ve etik” iş dünyasının –ister istemez- yeni normları haline gelecek. Regulasyonlar demoklesin kılıcı gibi her iş sahibinin ensesinde acımasızca sallanacak. Şeffaflık ve hesap verebilirlik “kitâbi” kavramlar olmaktan çıkıp, günlük yaşamın bir parçası haline dönüşecek.

Vizyonlarımızı yeniden tanımlamak ve buna uygun stratejik yaklaşımları değişmekte olan dünyanın gelişmelerine paralel belirlemek için rakipleri mi beklemeliyiz? Çevresel sorunlar, ekolojik etki, yenilenebilir enerji, su, nüfus artışı, terör, güvenlik enformasyon teknolojileri gibi bu yüzyıla damgasını vuracak temel sorunlarla baş edebilecek bir vizyona ve stratejiye ihtiyacımız var. Hiçbir şirket “biz yüz yıl yaşayacağız” diye kurulmaz. Ancak kendini zamanında değişen dünya koşullarına uyarlamayan şirketlerin ömrü tahmin edilenden de kısa olabilir. (GM)

Risk yönetimine geçin


Bugüne kadar hep duyduk. Ancak uygulamadık. Uygulamış olsa idik şu anda kriz yönetiminde bocalamıyor olacaktık. Risk yönetimi, risklerle birlikte fırsatlarında değerlendirildiği yönetim anlayışı… “Bir” numaralı riski “itibar” olarak tanımladıktan sonra, dünya ve çevresel sorunları dikkate alarak içinde bulunduğumuz sektörlerin risk analizlerinin yapılması beraberinde hangi fırsatların beyaz sayfamıza yazılmak için beklediğini ortaya çıkaracaktır. Diğer sektörlerin risk analizine de bakmak gerekir. Belki de şu anda sektör bile olmayan iş kollarında kendimizi bulabiliriz!


Duyguları yönetin


Olağanüstü durumlarda, kanaat ve davranışlara duygular yön verir. Şirketler “iyi, kötü ve çirkin” filminde olduğu gibi hemencecik bir damga yerler. Liderlerin böylesine zamanlarda temel sorumluluğu duyguların yönetilmesi ile ilgilidir.

Örneğin; kriz yönetiminde odak noktası “tasarruf” olarak ön plana çıkıyor. Oysaki “tasarruf” “ehil” olmayan ellerde yönetilmesi halinde kurum itibarı açısından son derece tehlikeli bir silah! Her düzeyde çalışanın geleceği ile kaygı duyduğu bir ortamda “tasarruf” bir gün sıranın kendilerine de geleceği gibi kaygı dolu bir bekleyişe dönüşebilir. Böylesine özel dönemlerde önemli olan “işi yönetmek değil”, “duyguları yönetmek” tir. Bu noktada da iş sahiplerine ve yöneticilere çok önemli görev ve sorumluluklar düşmektedir.

Yöneticilerin çalışanlarına samimi bir “merhaba”sı, hasta annelerini sorması, çoluk çocuklarının okullarını izliyor olmaları paha biçilmez dönüşü olan davranışlardır. Ancak unutulmamalıdır ki duygular “samimiyetle” yönetilir.

Duyguların yönetilmesindeki en etkin silah “katılımcılığın” teşvik edilmesidir. Her kararın arkasında katılımcılık esasına göre çalıştırılmış bir süreç olması, çalışanların o kararlara olan desteğini artıracaktır. Gerektiğinde çay ocağını bile kararların içine dahil edin.

Her koşulda iletişimi ve ilişki ağınızı yönetin


Başta insan kaynakları tasarrufu olmak üzere, iletişimi iyi yapılmayan tasarrufun şirketin moral ve motivasyonunu olumsuz etkileyeceğini ve “tasarrufla elde edilmek istenen amaçtan” çok daha fazla maddi ve manevi zarar verebileceği açıktır.
İş liderlerinin ve üst düzey yöneticilerin “odalarından” çıkmalarının tam zamanı
Kapalı kapılar ardında yapılan ve saatler süren toplantılar, oralarda ne konuşulursa konuşulsun, şirket koridorlarında, servislerde ve kafeteryada farklı içerikte ve biçimde yorumlanacaktır. İletişimi günlük yönetmek, herkesin her konuda bilgi sahibi olmasını sağlamak, bilginin “rakip ellere” düşeceği tedirginliğinden daha önemlidir. Özellikle çalışanların ve tedarikçilerin şirketin “neyin peşinde olduğunu” biliyor olmaları şirket yönetiminin arkasında önemli bir rekabet avantajı almasını sağlayacaktır.

Teknolojinin olanaklarından yararlanarak ilişki ağının etkin yönetilmesi böyle dönemlerde daha ön plana çıkar. Şu an yasak ama You Tube açıldığında ilişki ağına birici elden bilgi aktarmak için en etkin kaynak olabilir. Facebook, slideshare, bloglar ve daha sayabileceğimiz yüzlerce teknolojik ağ içinde şirketinizin ne yaptığı takip ediliyor. Bunları rakipleriniz yerine siz yönetin. Bu ağların ne kadar güçlü ve etkin olduğunu örneklemek gerekirse; eğer My Space bir ülke olsa idi üye sayısı dikkate alındığında dünyanın yedinci büyük ülkesi olacaktı.

Ulusal basın kadar yerel basın da sizinle ilgili. Web sayfanız her daim güncel olsun. En doğru bilgi en kısa zamanda başkalarından değil sizin kaynaklarınızdan temin edilsin.

Sivil toplumun içine girin


Bu yüzyılda dünyayı sivil toplum kuruluşları yönetecek. Hükümetler, parlamentolar sivil toplumun öngördüğü istikâmette yasaları ve yönetmelikleri hazırlayacaklar. Siz de sivil toplumun bir parçası olun. Mesleğinizle, endüstrinizle ilgili Türkiye’nin dünya ile kucaklaşmasına aktif çalışarak öncülük edin. Değişen dünyanın dönüştüren aktörleri olun.

Gönüllü olun. Sosyal projelerin içinde şirketinizi temsil edin. Kurumsal değerlerinizin toplumun duyarlılıkları ile örtüştüğünü belgeleyin. Kültür, sanat, eğitim, sağlık, spor… şirket olarak çalışanlarınızın gönüllülüğünü teşvik edin. Gereksinim duyduğunuz moral ve motivasyonun şirketin koridorlarına bir ışık gibi yansıdığını göreceksiniz.

Herkesin anlatacak bir öyküsü olması lazım. Bu öyküyü yaratın


Atari oynadığımız günlerden bu yana çok şey değişti.. Bu değişim her gün derinleşerek ve yaygınlaşarak devam ediyor. Şu anda kapımızı çalan kriz nedeniyle de değişime zorlanıyoruz. Sular kolay kolay durulmayacak. Ama, günler ilerleyip geriye dönüp baktığımızda bu günleri aktaracak bir “öyküye” gereksinmemiz olacak. Aldığımız kararlar, çalıştırdığımız süreçler ile bu öykünün bölüm başlıklarını yazıyoruz. Ama önemli olan kayda değer, anlattıkça, aktardıkça anlam kazanacak bir öykünün yazılması.

Bu öykünün satır aralarında önümüzdeki dönemde iş hayatına damgasını vuracak şu hususların göze çarpması bekleniyor;

Güçlü, kararlı bir yönetim
Tutarlı bir iş stratejisi
Etik ve adil değerlerle yönetim
Rekabet sınırlarının zorlanması


15 Eylül 2008 Pazartesi

Avrupa Kurumsal İletişim ve PR Ödülleri


Değerli Arkadaşlarım,
Aşağıda "kurumsal iletişim ve PR" alanında Avrupa'da son bir kaç yıldır düzenlenmekte olan bir duyuru var. "Communicator" dergisinin de genel yayın yönetmeni olan Marc-Oliver Voigt'ın gönderdiği bilgiyi sizlerle paylaşıyorum. Tahmin ediyorum ilgilenenleriniz olacaktır :-)
Salim
Dear Salim Kadibesegil,

the European Excellence Awards celebrate the very best in communications and PR across Europe in 2008, acknowledging outstanding PR and communications achievments both on a European and on a national level.

I would like to invite your consultancy as one the leading PR and communications agencies in Turkey to enter one or more of the projects you have worked on this year for this international competition. Our expert jury of leaders in the field of communication will evaluate 56 categories, and honour the best communication efforts across all sectors, areas of practise, and European regions. You can find all relevant information and application material attached, and on our website at http://www.blogger.com/www.excellence-awards.eu.

At last year's European Excellence Awards, more than 400 communication professionals celebrated the finest PR achievements in Europe, chosen from more than 600 entries, at a glamorous gala in Berlin. For 2008, we hope that you will join us for a prestigious awards ceremony in Budapest on December 11th and celebrate with your team and your clients what you have achieved.

If you have any questions regarding your award entries, Varvara Garneli (varvara.garneli@excellence-awards.eu) will be delighted to assist you.

I am looking forward to receiving your entries!

With best regards,
Marc-Oliver Voigt

Chairman of the Jury, European Excellence Awards Editor-in-Chief, Communication Director Magazine
marc-oliver.voigt@excellence-awards.eu
http://www.blogger.com/www.excellence-awards.eu

P&G's innovation culture


Değerli arkadaşlarım,

Strategy + Business dergisinin son sayısında kurumsal iletişim yöneticilerinin dikkatini vereceğine inandığım bir yazı var. Yazının sounna ünlü danışman Ram Charan’ın da bir notu var... CEO’nun stratejik yaklaşımının ve vizyounnun, önce şirket içinde tepeden tırnağa indirgenmesinde hangi iletişim yaklaşımlarının uygulandığının en güzel örneklerinden birisi gibi geldi bana..

İlgilenen arkadaşlarımın bilgisine sunuyorum..

Sevgilerimle

Salim



P&G’s Innovation Culture
8/28/08
How we built a world-class organic growth engine by investing in people

The heart of a company’s business model should be game-changing innovation. This is not just the invention of new products and services, but the ability to systematically convert ideas into new offerings that alter the very context of the business.
As they lead to repeat purchases, these offerings reshape the market, so that the company is playing an entirely new (and profitable) game to which others must adapt. A number of game-changing innovators are operating today, including such household-name enterprises as Procter & Gamble, Nokia, the Lego Group, Apple, Hewlett-Packard, Honeywell, DuPont, and General Electric. Wherever you see a steady flow of noteworthy innovations from one company, you can probably assume that it is a game-changing innovator, with the distinctive kinds of social connections, culture, and supporting behaviors that enable it to play that role.

Consider the case of Procter & Gamble Company. Since A.G. Lafley became chief executive officer in 2000, the leaders of P&G have worked hard to make innovation part of the daily routine and to establish an innovation culture. Lafley and his team preserved the essential part of P&G’s research and development capability — world-class technologists who are masters of the core technologies critical to the household and personal-care businesses — while also bringing more P&G employees outside R&D into the innovation game. They sought to create an enterprise-wide social system that would harness the skills and insights of people throughout the company and give them one common focus: the consumer. Without that kind of culture of innovation, a strategy of sustainable organic growth is far more difficult to achieve.

A.G. Lafley and I coauthored The Game-Changer: How You Can Drive Revenue and Profit Growth with Innovation (Crown Business, 2008) to explain how to make game-changing innovation drive growth on a consistent, well-paced basis. The critical factors that we cover in the book include keeping a laser-sharp focus on the customer; establishing a disciplined, repeatable, and scalable innovation process; creating organizational and funding mechanisms that support innovation; and demonstrating the kind of leadership necessary for profitable top-line growth as well as cost reduction.

One aspect of building an innovation culture deserves more attention than we could give it in The Game-Changer: designing a social system that would spark new ideas and enable critical decisions. In the article that follows, A.G. explains the human factors that fostered innovation at Procter & Gamble. It could be thought of as the “missing chapter” to The Game-Changer; a vital com­ponent that isn’t always obvious, even to experts, precisely because it is so fundamental.

— Ram Charan
When I became CEO of Procter & Gamble in 2000, we were introducing new brands and products with a commercial success rate of 15 to 20 percent. In other words, for every six new product introductions, one would return our investment. This had been the prevailing ratio in our industry, consumer packaged goods, for a long time.

Today, our company’s success rate runs between 50 and 60 percent. About half of our new products succeed. That’s as high as we want the success rate to be. If we try to make it any higher, we’ll be tempted to err on the side of caution, playing it safe by focusing on innovations with little game-changing potential.

The decision to focus on innovation as a core strength throughout the company has had a direct influence on our performance. P&G has delivered, on average, 6 percent organic sales growth since the beginning of the decade, virtually all of it driven by innovation. Over the same period, we’ve reduced R&D spending as a percentage of sales; it was about 4.5 percent in the late 1990s and only 2.8 percent in 2007. In that year, we spent US$2.1 billion on innovation, and received $76.5 billion in revenues. We’re getting more value from every dollar we invest in innovation today.

The focus on innovation has also had a direct effect on our portfolio of businesses. The Game-Changer de­scribes how we sold off most of P&G’s food and beverage businesses so we could concentrate on products that were driven by the kinds of innovation we knew best. As it turns out, with this narrower mix of businesses, we can more easily devote the resources and attention needed to build a broad-scale innovation culture.

We also focused on creating a practice of open innovation: taking advantage of the skills and interests of people throughout the company and looking for partnerships outside P&G. This was important to us for several reasons.

First, we needed to broaden our capabilities. Each of our businesses was already practicing some form of innovation improvement, but they were not all improving at the same rate. As the CEO, I could lead and inspire the company as a whole, but I could not substitute my judgment for that of other leaders who knew and understood their specific businesses far better than I could. The decision makers in each business would have to examine their competitive landscape and their own capabilities to figure out what kinds of innovation would work best and win with consumers.
Second, building an open innovation culture was critical for realizing the essential growth opportunity presented by emerging markets. During the next 10 years, between 1 billion and 2 billion people in Asia, Latin America, Eastern Europe, and the Middle East will move from rural, subsistence living to relatively urban and increasingly affluent lives. They will have more choices, a greater connection with the global economy, and the ability to realize more aspirations. Along the way, they will become, for the first time, regular consumers of branded products in categories such as personal care, fabric care, and prepared food.

It would seem relatively simple to execute a strategy for reaching these new consumers. But the days of achieving automatic growth by entering new markets are essentially over. Just as retailers often reach a level of saturation — where it doesn’t make sense to open any more stores in a particular market — many mature consumer products companies are rapidly running out of the so-called white space in new regions. P&G, for example, already has a market presence in more than 160 countries, with large operations on the ground in more than 80 of them. We can grow our business in these countries only by consistently developing new products, processes, and forms of community presence. And to do that, we need to involve people, inside the company and out, who are comfortable and familiar with the values and needs of consumers in these parts of the world.

A third reason for focusing on open innovation had to do with fostering teams. The kinds of innovation needed at Procter & Gamble must be realized through teams. The idea for a new product may spring from the mind of an individual, but only a collective effort can carry that idea through prototyping and launch. If innovation is to be integrated with both business strategy and work processes, as we believe it should be, it requires a broad network of social interactions.

Moreover, our experience suggests that many of the failures of innovation are social failures. Promising ideas, with real potential business value, often get left behind during the development process. Some innovations are timed too early for their market; others are lost in execution. Often, the root cause is poor social interaction; the right people simply don’t engage in productive dialogue frequently enough.
For all these reasons, we consciously set in place a series of measures for building an open innovation culture at P&G.

“The Consumer Is Boss” Procter & Gamble is known for its highly capable and motivated workforce. But in the early 2000s, our people were not oriented to any common strategic purpose. We had a corporate mission to meaningfully improve the everyday lives of the customers we served. If 15 seconds with a deodorant or two minutes with a disposable diaper have made a small part of your life a little bit better, then we’ve made a difference.
But we hadn’t explicitly or inspirationally enrolled enough of our 100,000-plus people around the world in our mission; it was neither fully embraced by employees nor fully leveraged by the com­pany’s leadership. Our innovation efforts suffered accordingly.

So we expanded our mission to in­clude the idea that “the consumer is boss.” In other words, the people who buy and use P&G products are valued not just for their money, but as a rich source of in­formation and direction. If we can develop better ways of learning from them — by listening to them, observing them in their daily lives, and even living with them — then our mission is more likely to succeed. “The consumer is boss” became far more than a slogan to us. It was a clear, simple, and inclusive cultural priority for both our employees and our external stakeholders, such as suppliers and retail partners.

We also linked the concept directly to innovation. From the ideation stage through the purchase of a product, the consumer should be “the heart of all we do” at P&G. I talked about it that way at dozens of company town hall meetings during my first months as CEO. More and more people began thinking about how to apply the “consumer is boss” concept to their work. Resources were still scarce, and there were fierce debates about which ideas deserved the most attention and where to de­ploy money and people. But this concept came to matter more than those other concerns. People became more willing to subjugate their egos to the greater good — to improving consum­ers’ lives.

It’s natural for a mature company to be­come more insular. So we explicitly tried to build better connections with the people who bought our products. For example, in the early 1990s, we had acquired the Max Factor and Ellen Betrix cosmetic and fragrance lines from Revlon Inc. Innovation in fine fragrances had always been driven by fashion. With slow growth of 2 to 3 percent a year, low margins, and weak cash flow, fine fragrances didn’t seem to be an attractive business for P&G. But we saw a chance to change the game.

We began by clearly and precisely defining the target consumer for each fragrance brand, and identifying subgroups of consumers for some brands. We didn’t walk away from the traditional approaches of the fine fragrance business. We still maintained partnerships with established fashion houses, such as Dolce & Gabbana, Gucci, and Lacoste. But we also made the consumer our boss. We focused on a few big launches and on innovation that was meaningful to consumers, including fresh new scents, distinctive packaging, provocative marketing, and delightful in-store experiences. We also took advantage of our global scale and supply chain to reduce complexity and enable a significantly lower cost structure.

The result? Our team turned a small, underperforming business into a global leader. In 2007, P&G became the largest fine fragrance company in the world, with more than $2.5 billion in sales — a 25-fold increase in 15 years.

Elsewhere in our company, we experimented with new ways to build social connections through digital media and other forms of direct interaction. We designed Web sites to reinforce consumer connections, to better understand consumers’ needs, and to experiment with prototypes. For example, we used to hand-make baby diapers for a product test. Now, we show people digitally created alternatives in an onscreen vir­tual world. If the consumers we’re talking to have an idea, we can redesign it immediately and ask them, “Do you like that better? How would you use it?” It allows us to iterate very quickly. In effect, we are building a social system with the purchasers (and potential purchasers) of our products, enabling them to codesign and co-engineer our innovations.

Integrating InnovationWe are constantly innovating how we innovate. We keep refining our product-launch model — from idea to prototype, to development, to qualification, to commercialization. Applying this sequential practice on a large scale, and making it replicable, does not mean eliminating judgment. In fact, there’s still a fair amount of judgment that’s applied along the way. That’s why we need active leaders and a strong innovation culture.
Scalability is critical at a company the size of Procter & Gamble. If we can’t scale our processes, they don’t have much value for us. In fact, scalability is often the justification for our existence as a multinational, diversified company. Our innovation practices are thus designed for deliberate learning, across all our functions, product categories, and geographic locations. Once people understand a particular process, they can replicate it and train others. It soon becomes a part of normal decision making.

P&G had not treated innovation as scalable in the past. We had always invested a great deal in research and development. When I became CEO, we had about 8,000 R&D people and roughly 4,000 engineers, all working on innovation. But we had not integrated these innovation programs with our business strategy, planning, or budgeting process well enough. At least 85 percent of the people in our organization thought they weren’t working on innovation. They were somewhere else: in line management, marketing, operations, sales, or administration. We had to redefine our social system to get everybody into the innovation game.

Today, all P&G employees are expected to understand the role they play in innovation. Even when you’re operating, you’re always innovating — you’re making the cycles shorter, or developing new commercial ideas, or working on new business models. And all innovation is connected to the business strategy.

In fostering this approach and building the social system to support it, the P&G leadership has had to be very disciplined. For instance, we are now set up to see many more new ideas. Our external business development group is very small; all it does is meet with individuals, groups, research labs, and other potential collaborators, including (as we noted in The Game-Changer) P&G’s competitors on occasion. Any of these may propose new technologies, new product prototypes, or new ways to connect us to our consumer base. Last year, the business development group reviewed more than 1,000 external ideas. This year, they’ll see 1,500. We tend to act on about 5 to 7 percent of them.

We are also open to ideas from more regions than in the past. Innovation used to travel primarily from developed markets to developing markets. When new technology appeared in Japan, Germany, or the U.S., it flowed across the regions and down the hierarchy. Today, more than 40 percent of our innovation comes from outside the United States. People in India, China, Latin America, and some African countries have become part of our social system. Their presence has made us more open, and this helps compensate for our natural tendency to become more insular.

We maintain open work systems in a lot of places around the world. Executives’ offices don’t have doors. Leaders don’t have a secretary cordoning them off. All the offices on the executive floor at Procter & Gamble are open; the conference room is an open, round space. We made it round as a small symbol of the new approach. We’re seeing indications that this new social process is catching on all over the world.

The Talent ComponentP&G used to recruit for values, brains, accomplishment, and leadership. We still look for these qualities, but we also look for agility and flexibility. We believe the “soft” skills of emotional intelligence — fundamental social skills such as self-awareness, self-fulfillment, and empathy — are needed to complement the traditional IQ skills. (See “Tea and Empathy with Daniel Goleman,” by Lawrence M. Fisher, s+b, Autumn 2008.) Maybe “soft” isn’t the right word: These skills are every bit as hard to master as some tough analytical skills. People just learn them in a different way.

Some people at Procter & Gamble have struggled with this new approach, but most of our best people have done really well with it. Curiosity, collaboration, and connectedness are easy to talk about but difficult to develop in practice. We have tried to carefully identify and ease out people who are controlling or insecure, who don’t want to share, open up, or learn — who are not curious. And in the process, we have discovered that most of our people are naturally collaborative.

We also try to de­velop people by giving them new stimulation and greater challenges. As they move through their careers, we deliberately increase the complexity of their assignments. That might mean entering a market that’s not developed yet or a market with a competitor already firmly established. Whatever the challenge, it stretches them.

We give our most promising people time in both functional and line positions, because we think our best leaders are great operating leaders and great innovation leaders. We also move people around geographically. We bring people into our Cincinnati headquarters from around the world, and we make a point of moving our headquarters people to our global businesses. Almost all of us have worked outside our home region. Almost all of us have worked in developing or emerging markets. And almost all of us have worked across the businesses. We track that progress very carefully.

We’ve been fortunate that some of this flexible, multifaceted ethic exists in our heritage. For example, Procter & Gamble pioneered a technician-based system in its manufacturing plants during the 1960s and ’70s. In this system, we avoided the ap­proach in which one person was as­signed to do only one job. The technician system still operates to­day: To get the highest evaluation rating in a P&G factory, you learn how to do all the jobs on the line. And, once you have that rating, we expect you to be capable of problem identification, problem solving, and in­novation. This background has made it easier for us to plug manufacturing and engineering into the innovation culture.

Once people have succeeded at innovation, you can see the energy in the company changing. People routinely say, “We can do this. This is feasible.” The attitude changes are incredible to watch; once people see the simplicity, durability, and sustainability of an innovative mind-set, it continually reinforces itself.

On average, younger managers and younger employees are more open to fresh, innovative thinking. Since 2000, we’ve lowered the average age of our people by almost 10 years because of our acquisitions and our moves in emerging markets. We have also recently brought in people from outside to enable and stimulate creative thinking. This was unprecedented for a company that has traditionally hired only entry-level people and promoted from within.

Virtually every leading practitioner of our new design capability came from the outside as a mid-career hire. They arrived from BMW, Nike, and some of the best design shops in the world. We probably have 150 to 200 such people and, although it’s not a huge pro­portion of the P&G staff, it’s big enough to make a difference. They bring us not just the art and science and practice of design, but an integrative way of thinking.

Integrative ThinkingOne of our favorite examples of integrative thinking involves Febreze, a very successful odor-control product. One of the active ingredients in Febreze surrounds a malodor and removes it, as opposed to covering it up or masking it. Febreze started out as a fabric refresher. Now it’s also an air freshener in the U.S. and elsewhere.

Not long ago we took the Febreze package, product, and brand name to Japan. We tested it on a small scale with Japanese consumers. They rejected it. As interpreted by the P&G team (a relatively junior-level group), the gut reaction of the Japanese was: “Here’s another Western product that’s not going to work in our country.”

But we persisted. “Were there any Japanese households or consumers who really liked the product?” we asked. The team didn’t know, but they went back and looked at the research. Lo and behold, 20 percent of the first survey group absolutely loved the product.

Personally, I wasn’t surprised. I had spent eight years living and working in Japan and I knew that Japanese people can be hypersensitive to malodors. A man can smoke cigarettes outside or in a subway station, but many Japanese women won’t let their husbands smoke in the house. When the husband comes home, he may have to take his smoky clothes off and wash them before he can sit down.

So we resolved to try again. The P&G team changed the viscosity of the product. They changed the fragrance from high profile to a very low profile scent. They changed the bottle to a much more delicate design that more Japanese people felt comfortable having visible in their homes. They changed the spray pattern to a mist. They changed everything but the core technology of the product, and it became a phenomenal success in Japan.

This is a story we tell ourselves at P&G to drive home the need for integrative thinking. The project started with a consumer-centric concept. It involved people in a variety of functions and at least two regions. It opened our team members’ eyes to other possibilities. And it came to fruition because we were skilled at having the kinds of processes and conversations that would lead people to synthesize their ideas.

Our long-standing middle managers, people who have grown up in the P&G system (as I did), are starting to recognize that better innovation processes can expand their personal and leadership skills. They’ve all been through cost-cutting and productivity exercises. But that’s not the same as creating top-line opportunities that can earn kudos from consumers. Nobody is telling them they have to be the geniuses who invent an idea. They will get credit for turning ideas into replicable processes and learning from their mistakes. In operating cross-functionally, they are also moving away naturally from the old silos.

The result of P&G’s focus on innovation has been reliable, sustainable growth. Since the beginning of the decade, P&G sales have more than doubled, from $39 billion to more than $80 billion; the number of billion-dollar brands, those that generate $1 billion or more in sales each year, has grown from 10 to 24; the number of brands with sales between $500 million and $1 billion has more than quadrupled, from four to 18. This growth is being led by energized managers — innovation leaders — who continually learn new ways to grow revenues, improve margins, and avoid commoditization. Our culture of innovation is helping P&G leaders be more effective, and in the process, they’re renewing our company every day.

Once people have succeeded at a game-changing innovation, the level of energy in the company elevates. Even people who weren’t directly involved are affected through the social networks. It becomes easier for them to expand their idea of what is feasible. Building this sort of capability often has the rhythm of, say, skilled basketball practice: a group of people who gradually learn seamless teamwork, reading one another’s intentions and learning to complement other team members, ultimately creating their own characteristic, effective, and uncopyable style of successful play.

Becoming a Great Innovation Team Leaderby Ram Charan

As you read about Procter & Gamble’s social system and innovation culture, you may be thinking, “There are some good ideas here…for someone else. In my shop, we can barely keep the trains running on time. How am I supposed to do all this?”
Leaders of innovation take their game to another level through a particular set of practices:
Establish clear criteria and don’t hesitate to shift resources. Great innovation leaders keep a sharp eye on their short-term and long-term business goals and think through how and when various innovation projects will contribute to them. They determine which projects to accelerate or cut on the basis of resource consumption as well as market potential. They don’t hesitate to pull the plug on projects that don’t clear the hurdles or that simply consume more time or money than the business can afford.
Concentrate on possibility. The process of innovation is inherently uncertain. Innovation leaders live with ambiguity as ideas are shaped and reimagined; they don’t let ideas die before they’re fully formed or understood. Once a project is selected, these leaders inspire the team to keep going even as they encounter obstacles and go through iterations. At the same time, leaders are vigilant for indications that the project’s market potential has diminished.
Cross boundaries and help others do the same. Innovation becomes riskier when there are gulfs between, for example, technologists, marketing people, and those responsible for commercializing a new product. Inevitably, trade-offs will be required among these groups. Leaders thus must ensure that communication channels are open from the start and that facts and sound judgment prevail. They must be prepared to break deadlocks and resolve conflicts by keeping individuals focused on their common goal: the customer.
Reward effort and learning. Failure is a fact of life for companies that pursue innovation seriously, and a leader’s response to it has a huge effect on company culture and therefore on future projects. Innovation leaders know that failures represent opportunities to learn. They keep people energized by publicly recognizing their earnest efforts and willingness to venture from the tried and true.

Istanbulda Global PR konferansı

Sevgili arkadaşlarım,

Daha önce iletmiş olduğum SBMP'in 30-31 Ekim 2008 tarihlerinde istanbulda düzenleyeceği "uluslararası PR" temalı konferansına ilişkin program belli oldu. Meslektaşlarımızdan Fatmanur Erdoğan'ın da bir sunumla katılacağı bu konferansın programını bilgilerinize sunuyorum.
İlgilenen arkadaşlarım, http://www.sbmp.eu/ adresinden ayrıntılı bilgi temin edebilirler..
Keyifli çalışma günleri dileklerimle,

Salim

29 Ağustos 2008 Cuma

İtibar yönetimi ve insan kaynaklarının rolü

Exelect/SKYTURK/Haziran 2008

Profesyonel iş yaşamuna gazeteci olarak başlayan Salim Kadıbeşgil, Washington D.C.'de basın müşavirliği ve Ege Sanayi Odası Halkla İlişkiler müdürlüğü ve özel kuruluşlarda Genel Müdürlüğün ardından 1990 yılında kendi şirketi olan ORSA'yı kurdu. Kadıbeşegil, halen Stratejik İletişim Yönetimi alanında hizmet veren bu şirketin icra Kurulu Başkanı olarak görev yapıyor.

Stratejik İletişim Yönetimi alanında akademik ve profesyonel birikimi ve güçlü referansları bulunan Kadıbeşegil, Kurumsal İtibar Yönetimi kavramının ülkemizde tanınması ve yer etmesine öncülük etti. Merkezi Londra'da bulunan Uluslararası İletişim Danışmanları Birliği, ICCO'da ülkemizi 1999-2004 yılları arasında Yönetim Kurulu Üyesi olarak temsil eden Kadıbeşegil, Capital Dergisi'nin "En Beğenilen Şirketler" ve "Kurumsal Sosyal Sorumluluk" araştırma projelerine danışmanlık yapıyor. Kadıbeşegil halen merkezi New York'ta bulunan "The Reputation Institute"un Türkiye temsilciliğini yürütüyor.

MediaCat Communication Institute'da ve PRCI'da "Kurumsal İtibar Yönetimi, Kriz İletişimi Yönetimi, Stratejik İletişim Planlaması" konularında workshop ve seminerler vermekte olan Kadıbeşegil'e kurumsal itibar yönetimi konusunda şu soruları yönlendirdik.
***
İki kelimeyle özetlenmeyeceğinin farkında olarak belki bu soruyu sormak yanlış olacaktır, ancak yine de öncelikle 'kurumsal itibar' ve 'itibar yönetimi' kavramları konusunda özet bir bilgiyi bizimle paylaşır mısınız?

Kurum itibarı, şirketlerin iş yapış biçimleri ile toplumsal duyarlılıklar arasındaki ilişkinin bir çıktısı olarak karşımıza çıkıyor. Toplumun duyarlılıklarını dikkate alarak, bunları önemseyerek iş yapma alışkanlığına sahip olmuş şirketler doğal olarak ilişki içinde oldukları kesimlerin takdirini elde ediyorlar. Bu zamanla "itibara" dönüşüyor! Şirket tarafında; kurum kültür ve değerleri bu işe yarıyor. Bu değerler ve iş yapma biçimi genellikle şirketlerin toplantı odalarına, koridorların duvarlarına asılan süslü çerçeveli yazılar içinde karışmıza çıkıyor. Ancak orada yazılı olanların itibara katkısı olabilmesi için; önce toplumun duyarlılık ve değerleri ile paralellik göstermesi gerekiyor, daha sonra da günlük hayatın pratiği içinde uygulanabilir bir davranışsal yansıması lazım. Toplum tarafından beğenilen ve takdir edilen şirketler bu iki hususu olabildiğince yerine getiren kuruluşlar olarak tanımlanabilir.

Örneklemek gerekirse; küresel ısınma günümüzde sadece bir şirketin değil tüm dünyanın en önemli gündem maddelerinden bir tanesi ve bu konuyla ilgili davranışsal anlamda herkesin beklentisi var. Eğer şirketler değerleri içine "çevre duyarlılığını koymamışlarsa" veya " koymuşlar ancak bunun arkasını uygulanabilir politikalarla desteklememişlerse", her ikisini de yapmışlar ancak toplum genelinde konuyla ilgili eylemlerin içinde aktif olarak yer almıyorlarsa, kurum itibarı ile ilgili bir alanda toplumdan "eksi" not alacaklardır. Geriye dönüp baktığımızda; 20 yıl önce küresel ısınma yine bir sorun idi ancak bu kadar gündemin odak noktası olmamıştı. Demek ki toplumun değişim çizgisinin bu anlamda yakın izlemek gerekiyor.

İtibar yönetimi kişisel bir çalışma mıdır, yoksa kurumsal bakış açıları mı gereklidir?

Kişisel itibar ile kurumsal itibar arasında doğal olarak yakın bir ilişki vardır. Özellikle üst düzey yöneticiler kurum itibarının temsilini bizzat üstlendiklerinden kendi itibarlarının ne durumda olduğu kurum itibarına da yansımaktadır. Öte yandan, güçlü bir kurumsal itibar, şirket çalışanlarının ve özellikle de yöneticilerin önünü açan bir olgudur. Bu değerlendirmenin ışığında, ideal olanın "kurumsal bir bakışı" ortaya koymak ve tepeden aşağı bunu politikaları ile birlikte tasarımlamak en doğru çözüm olarak görülmektedir. Profesyonel yaşamda kişilerin kendileri için geliştirdikleri "kariyer planları" aslında onların "itibar yönetimi planlarıdır"... Bu planın sonucunda beğenilmek, takdir edilmek ve kişisel vizyonlarının çıktısı olan sonuçlarla buluşmayı hedeflemektedirler. Yani bir tür yaşam felsefesini kendi profesyonel beklentileri ile buluşturma planıdır bu. Üst düzey yöneticilerin bu planları şirketin vizyonu ile ne kadar uyumlu ise o kurumda kurum itibarı performansının oludkça yüksek olacağını matematiksel olarak doğrulamak olasıdır.

Çalışanlarının itibar yönetimine yatırım yapan bir şirketin sahip olduğu/olacağı avantajlar nelerdir sizce?
İtibar yönetimi, kurumsal boyutta, şirketin içinde başlar. Şirketin kurumsal değerleri ve işyapma biçimini çalışanlar temsil eder! Bu nedenle, çalışanların bu konularla ilgili performansı kurum itibarına "olumlu" ya da "olumsuz" bir şekilde geri döner. Genellikle günlük yaşamda çok basit bir sorunun pratik bir cevabıdır aranan : "nasıl bir şirkette çalışıyorum?" bu sorunun cevabı şirket itibarının ne durumda olduğunun göstergesidir! Çalışanın "nasıl bir şirkette çalıştığını" nasıl tarif ettiği, o şirketin kurumsal içerikte itibar yönetiminin ne durumda olduğunun göstergesidir. Kurumsallaşma süreçlerinin ana göstergelerinden bir tanesi kurum itibarının şirketin kılcal damarlarına kadar yaygınlaştırıcı bir içeriğe sahip olup olmadığıdır. 1980'lerden bu yana yaşanan şirket evlilikleri ve birleşmelerinin büyük bir kısmında hayal kırıklığı yaşanmış olmasının nedeni bu dur. Şirket satın almalarında da en geçerli ve öncelikli olan bu konu "akşamdan sabaha" çözümlenebilecek bir gündem maddesi olarak değerlendirilmekte ve bu yüzden de satın alınan şirketin çalışanları, yeni sahipleri ile kültürel uyum sağlayamamaktadır.

Çalışanların itibar yönetimine yatırım yapan şirket öncelikle çalışan bağlılığı ve sürekliliğini güvence altına alır. Bu doğal olarak verimliliği olumlu olarak etkiler. Kriz ve risk yönetimi alanlarında çalışanlarından kaynaklanabilecek sorunları minimuma indirger. Kalite ve süreçlerle ilgili teknik aksaklıkları minimize eder. Katılımcılığın gerektirdiği geri bildirim objektif olarak temin edilir. Tüm bunların sonucunda şirketin pazar değeri olumlu olarak etkilenir.

Kurum itibarının çalışanların her biri tarafından benimsenmesinin şirkete katkıları nasıl ölçümlenebilir?

Günümüzde çalışan memnuniyeti araştırmaları "memnuniyetin" genel alanları ile ilgili bir geri bildirim veriyorsa da bu kurum itibarının yansıması olmamaktadır. Bu nedenle, "sosyal paydaş" temelli araştırma modellerinin çalışanlardan itibarla ilgili gerçek geri bildirim almak açısından daha faydalı sonuçlar ürettiğini görmekteyiz. Bununla birlikte fokus grup çalışmaları mevcut çalışmaların ne durumda oludğunun anlaşılması açısından da yararlıdır. Öte yandan, "markalaştırılmış" iletişim faaliyetlerinin her birinin etkinlikler sonrası ölçümlenmesi bir diğer ölçümleme yöntemi olarak değerlendirilmektedir.

Kurumsal itibarın oluşturulması ve korunmasında insan kaynakları çalışmalarının rolü nedir?

Şirketin itibarının yönetilmesi ve bu alandaki performansın ölçümlenmesi yönetim takımının asli işi olarak tanımlanmaktadır. Öte yandan, şirket itibarının da şirket içinde başlaması gereken bir olgu olduğuna değinmekteyiz. Bu durumda insan kaynakları uygulamalarının oldukça önemli olduğu bir durum karşımıza çıkmaktadır. Eğitim ve kariyer planlaması çalışmaları ile çalışan memnuniyeti alanlarının iyileştirilmesine yönelik çalışmaların dışında; çalışan motivasyonunun artırlması; liderlik yetkinliklerinin yaygınlaştırılması; sosyal alanlardaki şirket-çalışan performansının tanımlanması açılarından insan kaynakları yönlendirici etkin roller üstlenebilir. Bu çalışmaların alt yapısını kurum itibarını oluşturan modelin çerçevesi oluşturabilir.

Şirket bilançoları itibar yönetimi ile nasıl bir ilişki içinde olabilir, insan kaynakları bilançoları nasıl etkiler?

Günümüzde itibar yönetiminin etkilediği iş sonuçları genellikle elle tutulamayan gözle görülemeyen değerler arasındadır. Bunlar şirketlerin pazar değerleri içinde % 80 oranındaki varlıklardır. Şirketlerin piyasa değerleri günlük olarak değişkenlik gösterebilir. bu değişkenlikler, kısa vadeli iş hedefleri-sonuçları ilişkileri içinde karşımıza çıkmaktadır. Ama kurum itibarı uzun soluklu bir maratondur. Durum böyle olunca, uzun vadeli yatırımcıların ilgi alanına girmektedir. Yani piyasa değerinden pazar değerine giden bir süreci tarif ediyoruz... 1990 ların sonunda bu açmaz içindeki yatırımcılar çözümü ayrı endeksler ve yatırım fonları oluşturmakta buldular. Günümüzde, Dow Jones sustaninability index, Financial Times 4 good gibi endeksler bu anlayışı temsil eden yatırım ortamlarıdır. Socially Responsible Investment (SRI) günümüzde trilyon dolarlara ulaşmış bir hacmi temsil etmektedir. Yatırımcıların güvenini yansıtan enstrümanlar olarak gündeme gelmişlerdir. Yatırımcıların uzun vadeli güvenlerini elde etmek amacında olan şirketler, yatırım dünyasının bu tarafında böyle bir gündem içinde finansal yönetim yapmaktadırlar.

Öte yandan, insan kaynakları pazar değeri içinde somut bir şekilde ifade edilen bir başka değerleme unsuru olmuştur. Örneğin geçtiğimiz yıl ABD'de yapılan bir araştırmada çalışanlarının bağlılığı yüksek olan bir şirketin pazar değerinin % 16 sınını çalışanlarının bu özelliğinden geldiği ortaya çıkmıştır! Global pazarları da dikkate aldığımız zaman, rekabetin en güçlü silahi bu dönemde "bağlılığı yüksek" çalışanlar. Bunu güvence altına almış şirketlerin "korkusuzca" her alanda güçlü bir rekabet ortamı yaratacaklarını ne olarak ifade edebiliriz. Doğal olarak, çalışanlarını böyle bir konuma getirmiş şirketlerin pazar değerleri de bundan olumlu olarak etkilenecektir.

Çalışanlarının kurum itibarına bağlılığını sağlayamayan bir şirketin, ilk olarak yapması gereken aktivite ne olmalıdır?

Bu bir yönetim sorunudur! Şirketin üst yönetiminde "bir şeyler yanlıştır"... kurum itibari ve çalışan bağlılığı arasındaki süreçler duygusal alanlardır. Çalışanlarına " Merhaba" deme alışkanlığı olmayan yöneticilerin zaten çalışanların bağlılığını artırmaya yönelik konularla ilgili çalışmalara para harcamalarına gerek yoktur! Liderlik bu nedenle bu işlerin sürükleyicisidir. "Role Model" lere gereksinim vardır. Bunların olmadığı ortamlarda gelişi güzel ve herkesin kendine göre doğru bildiği işler ve yöntemler gündeme gelmeye başlar ki bu gerçek bir "felaket" olabilir!

Rekabet gücünün oluşturulmasında, nitelikli bir insan kaynağının ve kurumsal itibarın etkileri ne orandadır?

Global rekabet günümüzde dinamikleri ve birimleri değişmiş bir ekonomik devinimdir. 20. yüzyılın General Motors, Ford, US Steel gibi devleri sollayan son 10 yıla damgasını vurmuş şirketler (Google, Apple vb.) bu değişimin nelere kadir olduğunu çok net ortaya koymaktadır. Yeni açılımlar ve buna dayalı ekonomik değer yaratan iş modelleri, sadece kişileri ve ait oldukları şirketleri değil, içinde yaşadıkları ülkenin dünya sıralamasındaki yerlerini de bir anda değiştirmektedir. 1990'ların Finlandiyası, İrlandası bunun en güzel örnekleri arasındadır. Çok zor ulaşılan ve pahalı olan bilgi ile rekabet edebilme geride kalmış; yaratıcılık, yenilikçilik ve yaşam kalitesini artıran dinamizmi sunan iş modelleri ile rekabet sınırlarötesi bir yolculuk yapmaktadır. Bir adım geri çekilip baktığımızda bunun özünde "insanı" görmekteyiz. Yakın bir geçmişe kadar; yaka renklerine göre; mavi, beyaz diye kategoriler içindeki durumlarına bakarak politakalar geliştirdiğimiz iş gücü, günümüzde, sermayenin temel direği olmuştur.

Bu sermayeyi oluşturan, yöneten, yönlendiren ve daha da önemlisi elinde tutma becerisine sahip kurumların rekabet şansının, bunu beceremeyenlere oranla daha şanslı olacaklarını söylemek için kahin olmaya da gerek yoktur. Nitelikli insan gücü, kurum itibarının simgesi, sembolü ve yıldızıdır! Kurum itibarının siortası olan nitelikli insan kaynakları şüphesiz sürdürülebilirlik politikalarının vazgeçilmezi olacaklardır.

16 Mart 2008 Pazar

Bir kariyer yolculuğu


SALİM KADIBEŞEGİL ile RÖPORTAJ

Kendinizden ve çalışma alanınızdan biraz bahseder misiniz?

1977 Ege Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İ
lişkiler Yüksek Okulu mezunuyum. Öğrencilik yıllarında gazetecilik yapmaya başladım. Daha sonra Turizm Bakanlığında Basın Müşavirliği ve sonrasında da ABD’de Basın Ataşe Yardımcılığı görevlerinde bulundum. Halkla ilişkiler mesleği ile ilgili birikim elde etmemde Amerika’daki yılların çok etkisi oldu. Döndükten sonra bu alanda yürümeye karar verdim ve önce Ege Bölgesi Sanayi Odası, daha sonra da o zamanlar merkezi İzmir’de bulunan Turyağ’da Halkla iİişkiler Müdürü olarak çalıştım. 1980’lı yılların ortasında arkadaşlarımla birlikte İzmir Halkla İlişkiler Derneği’nin kurucuları arasında yer aldım. Aynı yıllarda ilk kitabım “Halkla İlişkilerde Temel İlkeler” yayımlandı. 1990’da ikinci kitabım Halkla İlişkiler Reçeteleri yayımlandığında merkezi İzmir’de bulunan halkla ilişkiler şirketi ORSA’yı kurmuştum. 1993 yılı sonlarında şirketin merkezini Istanbul’a taşıdık. 1990’lı yılların ortalarında, ORSA, merkezi İstanbul’da, Ankara ve İzmir’de şubeleri bulunan, ayrıca uluslararası bir network’un içinde 30 kişinin çalıştığı profesyonel bir şirket idi. 1997 yılında IPRA’nın Helsinki konferansı kariyerimde bir dönüşümü işaret ediyordu. Çünkü, çok uzun yıllar üzerinde çalıştığım halkla ilişkilerde ölçümleme ve değerlendirmenin uluslararası boyuttaki çalışmaları ile tanışma fırsatını elde etmiştim bu kongrede. Ayrıca, ülkemizin ilk kez Uluslararası Danışmanlık Şirketleri Birliği ICCO’nun yine Helsinki’deki toplantıda gözlemci olarak temsilini sağlamıştım. Ki, ICCO, ilerleyen yıllarda ülkemizde mesleğin evrensel boyutları ile tanışması için oldukça önemli bir kilometre taşı olmuştur. Sözünü ettiğim bu kongrenin dönüşünde Istanbul’daki meslektaşlarımla birlikte ülkemizin ilk ölçümleme ve değerlendirme şirketi olan PRNET’in kuruluşunu gerçekleştirdik. Şirket kurulduğunda, benzer oluşumlar dünyada sadece 8 ülkede vardı. Bir sonraki yıl da Türkiye’deki halkla ilişkiler şirketleri İngiltere’den sonra ilk kez uluslararası bağımsız standartlar denetiminden geçip sertifika almışlardır. Bunlar, mesleki gelişim için önemli kilometre taşlarıdır. 2001 krizi ile birlikte halkla ilişkilerin sadece danışmanlık alanında yürümeye karar verdim. Uygulamalardan tamamen çekilip, Genel Müdür düzeyindeki yöneticilere, stratejik iletişim planlaması, itibar yönetimi, kriz iletişimi yönetimi ve kurum içi iletişim konularında danışmanlık hizmetleri veren modeller ürettim ve yoğunlukla bu alanda çalışmaya başladım. 1997’de üçüncü kitabım "Halkla İlişkilere Nereden Başlamalı", 2001’de "Kriz Geliyorum Der" ve 2006’da da "İtibar Yönetimi" isimli kitaplarım yayımlandı.

Türkiye’deki kurumların, Halkla İlişkiler açısından nerede oldukları, Halkla İlişkilerin algılanışının mevcut durumu ve geleceği için neler söyleyebilirsiniz?

Yaptırdığımız araştırmalar da gösteriyor ki, halkla ilişkiler ağırlıklı olarak medya ilişkileri tabanlı bir disiplin olarak algılanıyor. Şirketlerin faaliyetlerinin basına ne şekilde yansıdığı ve bu sürecin nasıl yönetildiği halkla ilişkilerin ana işlevi olarak karşımıza çıkıyor.

Bu şaşırtıcı olmamalı.. Halkla ilişkilerin en geniş uygulama alanı bulduğu ABD’de de gelişim bu yönde olmuştur. İşin stratejik planlaması veya, ölçümlenebilir hedeflerle yapılanma 1990’lar sonrasında gündeme gelmiştir. Beklentilerin sadece medya ilişkileri ile sınırlı kalması doğal olarak bir mesleki erozyona neden olmuştur. Ama, önemli olan mesleğin kendi gerçek kimliği ile doğrudan ilgili faaliyet alanlarını da medya ilişkileri ile birlikte ön plana çıkartan bir performans meslek mensuplarının doğru saflarda buluşmasını sağlayabilecektir.

Kurumsal itibarın işletmeler için neden önemli olduğunu açıklar mısınız?

İtibar, herkesin en önemli sermayesidir. Şirketlerin itibarı yoksa, kredi bulamazlar, iyi çalışanlar onlara gelmez, hisse senetlerine yatırım yapılmaz! Daha sayılabilecek bir çok iş sonucu itibarın içeriği ile çok yakından ilintilidir.. Bu nedenle, şirketler, bir yönetim felsefesi olarak itibarlarını oluşturmalı, geliştirmeli ve korumalıdırlar. İtibarlarının kendi sosyal paydaşları nezdinde nelerden oluştuğunu dikkate almalılar ve bunları özenle yönetmelidirler. Etik anlayış, kurum kültür ve değerleri, toplumun duyarlılıkları ile örtüşmeli ve bu konuda şirket çalışanlarının performansı ön planda olmalıdır.

Türkiye’deki aile şirketinin çok fazla olduğunu görmekteyiz. Firmaların çoğunun aile şirketi olmasından dolayı bu şirketlerde kurumsal itibarın kurumsal yönetimle ilişkilendirilmesi konusunda siz ne düşünüyorsunuz? Bu alanda şimdiye kadar ne tür çalışmalar yaptınız?

Aile şirketleri, “soyadları”nı önemsemek zorunda olduklarından itibar konusunda çok hassasiyet göstermektedirler. Birinci kuşaktan , ikinci ve üçüncüye bu sürecin yansıması ancak itibarlı oldukları sürece mümkün olabilecektir. Bu nedenle, her ne kadar günümüzde aile şirketlerinde itibarın yönetilmesi ile ilgili profesyonel bir gündem yok ise de; bilinen kurumsal sistem ve süreçlerden bağımsız itibarlarını yönettiklerini söylemek mümkündür.


Kamu kurumlarında özellikle de üniversitelerde kurumsal itibar çalışmaları yapılabilir mi?

Açık, şeffaf, kısaca kurumsal yönetim ilkeleri ile yönetilen tüm kurumlarda itibar yönetimi çalışmaları yapılabilir. Üç önemli girdiye ihtiyaç vardır; bunlardan ilki; liderlik, ikincisi itibarı oluşturan kriterlerin doğru ve gerçekçi tespiti, üçüncüsü ise bu alandaki performansın nasıl ölçümleneceğidir.


Özellikle sivil toplum kuruluşlarında bu çalışmaların yapılması, hem toplumsal bilincin gelişimine katkı sağlayacaktır, hem de sivil toplumun güçlenmesini gerçekleştirecektir. Üniversitelerin de bu konuda ciddi çalışmalar içinde olmaları kaçınılmazdır.

Kamu kurumlarında yapılacak kurumsal itibar çalışmalarının önündeki engellerin neler olabileceğini düşünüyorsunuz?

İki ana engel var.. birincisi liderlik diğeri ise şeffaf olamayışları!

Bu engellerin aşılabildiği kurumlarda itibar yönetimi gündeme gelebilir ve yönetilebilir. Ancak ülkemizdeki kamu sistematiği şimdilik her iki engeli de ortadan kaldırmaya elvermemektedir.

50 yılını geride bırakan Ege Üniversitesi’nin kurumsal itibarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunu benim değil, üniversitenin paydaşlarının bakış açıları ile değerlendirmenin doğru olacağını düşünüyorum. Şu soruların cevapları Ege Üniversitesi'nin itibarı ile yakından ilintilidir;

Türkiye’nin en başarılı lise mezunlarının yüzde kaçı öncelikli tercihlerini ege üniversitesinden yana yapmaktadırlar?
Ege üniversitesin mevcut öğrencileri, üniveriste yönetiminden ne kadar memnundurlar?
Üniversitenin mevcut akademik kadrolarının yönetimden duydukları memnuniyet nedir?
Diğer üniversitelerle kıyaslandığında ege üniversitesi mezunlarının yüzde kaçı mezun olur olmaz iş bulabilmektedir?
Üniversitenin akademik kadroları sürekli diğer üniversiteler tarafından iş teklifi almaktadırlar mı?
Ege üniversitesi yılda kaç adet uluslararası makale üretmektedir?
Üniversitenin İzmir’deki kamu ve özel kurum ve kuruluşlarıyla ilişkileri diğer kuruluşlara oranla ne oranda gelişmiş ve memnuniyet uyandıracak düzeydedir?
Ege Üniversitesi, yurt dışındaki hangi üniversiteler ile bir kıyaslama içinde tutulabilir?

Kurumsal itibarın önemli bir parçası olan Toplumsal Sorumluluk kapsamında üniversitelerin başlıca görevlerinin neler olduğunu düşünüyorsunuz?

Üniversitelerin bu konuda, somut projler yönetmekten çok, toplumun farklı kesimleri tarafından fonlanabilecek, desteklenebilecek projeler üretmesinin daha doğru olacağını düşünmekteyim. Üniversiteler bilimsel çalışmaların merkezleri olduğuna göre, sosyal sorumluluk alalındaki temel ihtiyaçları yine bilimsel bir yaklaşımla ortaya koyabilecek en doğru adreslerdir. Onların tarif ettiği alanlar ve bu alanların içinde yeşerecek projeler üniversitelerin sosyal sorumluluk anlamındaki en gerçekçi katkıları olacaktır.

Türk üniversitelerinin toplumsal sorumluluk alanındaki çalışmalarının özgün ve etkin olduğunu düşünüyor musunuz?

Bu konuda elimde maalesef bir veri yok. Ancak, sivil toplumun etkin bir kurum olan üniversitelerin , diğer sivil toplum kuruluşları ile birlikte bu alanda aktif rol oynamakta olduklarını gözlemlemekteyim.

İletişim fakültesi mezunlarının firmalar tarafından tercih edilme oranlarını geçmişe oranla ne düzeyde görüyorsunuz ve tercih edilebilirliklerini arttırmak için sizce neler yapılabilir?
Bu konuda da elimde somut bir veri yok. Ancak iletişim fakültesi mezunlarının, iş başvurularında üniversitelerin diğer bölümlerinden mezunlarla birlikte yarıştığını gözlemlemekteyim. Bu; arkadaşların eğitim donanımın yeterli olmayışı anlamında değil, ülkemizdeki genel ekonomik yapılanmadaki yetersizliklerin neden olduğu kısıtlı istihdam olanakları çerçevesinde değerlendirilmelidir.

Ege Üniversitesi’nden 1977 yılında mezun oldunuz. Üniversite yıllarınıza ilişkin bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?

Okulum önceleri o zamanlar “Yakın Doğu” adı ile tanımlanan , şimdi Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesinin bulunduğu yerde idi. Eczacılık Fakültesinin bulunduğu bu dersliklerden bir tanesi de okulumuza ait idi... Ben o dönemde gündüz saatlerinde okulun kantininde sandviççi olarak çalışmakta akşam saatlerinde de derslere girmekteydim. Bir yıl sonra okulumuz Bornova kampüsüne taşındı. Tıp fakültesinin kavdavra derslikleri bize layık görülmüştü.. İnciraltı’nın, oksijen, yeşillik, doğal görünümünden sonra bu derslikler ve ortam tam bir kabusa dönmüştü. İnciraltı yurtlarında kalıyordum. Sabahın erken saatlerinde üç araç değiştirip okula gitmek ve yine üç araç değiştirip İnciraltı’na dönmek gerçekten o günün koşullarında çok zor geliyordu. Okulun müfredat programı da pek çekici değil idi. Okulu bırakmayı düşündüğüm bir dönem de o zamanlar İzmir’in yerel gazetelerinden biri olan Demokrat İzmir’de bir staj imkanı buldum ve gazeteciliğe başladım. Bu imkanı bulmamış olsa idim, belki de bugün okul mezunları arasında yer almayacaktım!

Egeli mezunlara yönelik sizden bir mesaj alabilir miyiz?

Çok basit bir mesajım var; Kendi geleceğiniz için nasıl bir kurgu yaparsanız onu elde edeceksiniz..

Sevgilerimle...

MSK
Mart 2006






Sosyal sorumluluk markaların “aklanma” aracı olmamalı!!


Salim Kadıbeşegil

Mervyn King’e çok teşekkür ediyorum. Sosyal sorumluluk felsefesini öyle bir ifade etti ki gerçekten nasıl bir dünyada yaşamak istediğimi çok net algıladım. Gerçekten sosyal sorumluluğun ne olduğu veya ne olmadığını O’nun ağzından aktarmadan önce Mervyn King ile ilgili –tanımayanlar için- bazı bilgilere yer vermem gerekecek. Mervyn King şu anda, sürdürülebilirlik alanında dünyanın en saygın ve en etkili kuruluşu olan Global Reporting Initiative’in başkanı. Kısaca GRI ise; ekonomik, sosyal sorumluluk ve çevresel duyarlılık alanında yapılacak raporlamalarla ilgili en geniş kabul görmüş standardı oluşturmuştur. Bir sivil toplum hareketi... Birleşmiş Milletler tarafından desteklenmekte ve başta Fortune 1000 şirketleri olmak üzere dünyanın önde gelen kuruluşlarının raporlamalarına esas aldığı bir sivil toplum kuruluşu.

Mervyn King, sadece sosyal sorumluluk alanında değil, itibarın en önemli girdilerinden biri olan iyi kurumsal yönetim konusunda da dünyanın çok yakından tanıdığı bir isimdir. Kendi adını taşıyan King raporu, bu alandaki en öncelikli referanstır.

Bay King, Ocak 2008’de Istanbul’daydı. Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği’nin düzenlediği “Kurumsal Yönetimin strateji ve sürdürülebilir büyümeye katkısı” konulu konferansın onur konuğu oldu. Bu konferanstan bir gün önce yapılan GRI çalıştayına da konuk olarak katılan Mervyn King iş dünyasının bir türlü içinden çıkamadığı sosyal sorumluluk felsefesini şu cümle ile özetledi; “Sosyal sorumluluk, sivil toplum kuruluşlarına, hayır işlerine, bağışlara, okul vb. yatırımlara ne kadar para harcadığınız ve bununla övünmeniz değildir. Sosyal sorumluluk ‘parayı nasıl kazandığınızdır’ “.

İşte bu cümle herşeyi ile kavramın yerli yerine oturmasını sağladı. Çünkü, bu işin o kadar suyu çıkmıştı ki, sosyal sorumluluk sadece ülkemizde değil tüm dünyada “Markaların kendilerini aklamak/yıkamak” için kulandıkları bir deterjana dönüşmüştü. Gelecek kuşaklardan ödünç aldığımız kaynakları har vurup harman savuranların, topluma “şirin” görünmek adına ve sosyal sorumluluk adı altında markalarına cila çekiyor olmaları, perde arkasındaki “sorumsuzlukların” üzerini birazcık ve geçici olarak örtüyor ama bütünüyle kapatmıyor!

King’in özetlediği “paranın nasıl kazanıldığı” gerçekten sorumluluk sahibi olup olmadığımızla çok yakından ilintili. Bir yandan sosyal sorumluluk faaliyetlerine bütçe ayıran ancak diğer yanda çocuk işçi çalıştıran, vergi kaçıran, işyeri ve işçi sağlığı ile ilgili önlemleri para harcamak korkusuyla almayan markaların ve işletmelerin nasıl sorumluluklarını yerine getirdiğini söyleyebiliriz?

Hammadde tedarikinde ucuza kaçan, kalitesiz malı kaliteliymiş gibi gösteren, sevk zincirinde maliyetler nedeniyle hijyeni umursamayan markaların sosyal sorumluluk projelerine kaynak ayırmaları ne kadar inandırıcıdır?

Hesap verilebilirlik, iyi kurumsal yönetimin ana ilkelerinden biri... Ama aynı zamanda sosyal sorumluluğun da ta kendisi... Kim ki, her aldığı kararın, yaptığı işin ve nasıl para kazandığının hesabını açık ve net bir şekilde verebiliyor –ki bunların en başında topluma karşı olan sorumluluklarının da yerine getirilmesi yer alıyor- işte bu kavram kendi kimliği ile o zaman buluşuyor!

Sosyal sorumluluk, bireyin kendi içinde başlayan ve çalıştığı işyerinin kültürüne taşınan bir olgudur. Yani, kendi içimizde sosyal sorumluluk duygusunu taşımıyorsak, çalıştığımız işyerinin az veya çok bütçeli sosyal sorumluluk projelerini toplumla paylaşıyor olması “topal” bir uygulamadır! Bu nedenle, şirketlerin en üst düzey yöneticilerine çok önemli bir görev düşüyor; “onlar, önce kendileri sosyal sorumluluk alanında bireysel davranışları ile ‘role model’ olmak” durumundarırlar. Örneğin; sosyal sorumluluk ilke ve politikaları zincirin tedarik parçasından başlatılıyorsa, zincirin diğer halkalarında anlamlı bir boyut kazanabilecektir. Günümüzde yüzlerce şirket, tedarikçilerine “sürdürürülebilirlik raporu üretmelerini” bir zorunluluk olarak dayatmaktadır. Çünkü, sürdürülebilirlik raporu üretmek demek, sosyal ve çevresel anlamda şirket performansının ne olduğunun şeffaf ve denetime açık bir şekilde kamuoyu ile paylaşabilmek noktasına gelinmesidir. Bu raporun GRI gibi standartlarda oluşturulması bir diğer beklentidir...

Günümüzde, çevresel etkileri önceden biliniyor olmasına karşın vurdumduymazlık ve aymazlık sonucu oluşan sanayileşmenin gelip de tıkandığı yer bir anlamda “geçmişin pişmanlığıdır”... Yaşlı dünyamız “oksijen ve temiz su” krizi ile karşı karşıyadır. Üretim, zaten kıt olan yeryüzü kaynaklarını hızla tüketmekte ve yerine yenilenebilir kaynaklar bulunamamaktadır. Durum bu kadar ciddi ve gelecek kuşakların en az bizlerin kalite ve konforunda yaşanacak bir dünyası olmayacağının bilincinde iken “markaların kendilerini aklamak” amaçlı faaliyetlerine sosyal sorumluluk diyemiyoruz!

Dünyanın en büyük perakende zinciri Wall-Mart tüm tedarikçilerine bir bildiri yayımlayarak 2008 yılından itibaren mağazalarında satılacak her bir ürün ambalajı üzerinde, o ürünün üretiminin neden olduğu karbon emisyonları miktarının yazılması zorunluluğunu getirdi. British Telecom tüm tedarikçilerinin GRI standartlarında raporlama zorunluluğu olduğunu açıkladı. İsveçli TeliaSonera tüm çalışanlarını mecbur olmadıkça uçakla seyahat etmemelerini, araç kullanımında ise mümkün olan tassarufu benimsemeye davet etti. Karbon emisyonları konusunda bir niyet gösterisi olarak...

Madalyonun bir yüzünde bunlar varken, diğer yüzünde –sosyal sorumsuzluk yozlaşmasının bir çıktısı olarak- sivil toplum kuruluşları için bir “pazar” oluştu... Bu pazar, çeşitli sosyal projelerin özel sektördeki kuruluşlar tarafından desteklenmesi nedeniyle ayrılan kaynaklardan oluşuyor. Böyle bir oluşum ister istemez sivil toplum kuruluşlarını bu pazardan “pay alma” yarışına yönlendirdi. Bu yarış doğal olarak sivil toplumu “sivil toplum olmaktan çıkarmaya yönlendiriyor” ! Tek tutunacak dalımız olan sivil toplum kuruluşları sosyal sorumsuzluk bataklığına sürükleniyorlar! Ne uğruna? Markaları yıkamak/aklamak uğruna!

Sosyal sorumluluğun gerçek kimliğinde buluşamaz isek, yakın bir gelecekte ürettiklerimizi satabileceğimiz bir tüketici bulamayacağımızın bilincinde miyiz acaba?

13 eylül 1973 tarihli New York Times Gazetesi nobel ödüllü ekonomist Milton Friedman’ın ağzından şöyle bir başlık üretmişti: “iş dünyasının sosyal sorumluluğu para kazanmaktır!”... Sanırım New York Times o tarihte Friedman yerine Mervyn King ile söyleşi yapsaydı ve başlık “sosyal sorumluluk kazandığınız para değil bu parayı nasıl kazandığınızdır” şeklinde yayımlansaydı sanki bugün daha farklı bir dünyada yaşıyor olacaktık.

Hepinizi internet ortamında kolaylıkla bulabileceğiniz King raporunu okumaya ve www.globalreporting.org’ dan GRI ile ilgili daha fazla bilgi edinmeye davet ediyorum. Bizim ve çocuklarımızın geleceği orada!

TİTANİK NEDEN BATTI

Salim Kadıbeşegil


Titanik 20. yüzyılın en önemli simgelerinden biri idi. Daha ilk yolculuğunda batacağı ancak kurgu romanlara konu olabilirdi. Ama 1500’ü aşkın yolcusu ile battı! O günlerin gelişmişlik, teknoloji simgesi bu koca gemi aynı zamanda çok emin ellerde yola çıkmıştı. Ve herşey kontrol altındaydı. Ama sadece suyun üzeri... suyun altı da belki hesaba katılmıştı ama, o hesaplar o dev transatlantiği denizin binlerce metre dibine gitmekten kurtaramadı.

Titanik ve buzdağları... iş dünyamızın dört bir yanını sarmış Titanikler bu yüzyılın pazar paylaşımını global dünyanın dört bir tarafını sarmış ve nereden nereye yolculuk yaptığı bilinmeyen buzdağları arasında yapıyorlar. Çok ehil ellerde yolculuk yaptığını sandığımız Titanikler birbiri arkasından denizin dibini boylarken biz nerede yanlış yapıldığını bir türlü bulamıyoruz.

Yani “evdeki hesap ‘bir yerlerde’ çarşı ile uyuşmuyor!

İletişimin ve ilişkilerin statejik boyutlarını yöneten bir kişi olarak baktığımda; suyun üzerinde sadece ve sadece “rakamları” görüyorum...

Ve bugün burada olduğu gibi rakamları nasıl denetlemeye çalıştığımızı!

Yani, ortada titanikler var bir de bunlara ait rakamlar... bu rakamların nasıl oluşmakta olduğu ile ilgili süreçler de tamamlayıcı ögeler.

Basit ve yalın anlatımla baktığımda; titanikler neden rakamlarını denetlettirme ihtiyacı duyarlar sorusunu soruyorum.. iki başlıkta verebileceğim cevap var; birincisi “ bu rakamların doğru” olduğuna dair bir mesaj vermek. Ama bunu bir denetim mekanizması olmadan kendisi söylese ne kadar inandırıcı olabilir? Bu nedenle, ikinci cevabımın içeriğine ihtiyaç var; bunları bağımsız bir kuruluşa denetlettiriyorum.. ayrıca kendim de denetliyorum.. yani “bana inanmayabilirsin ama onlar bu işin erbabı ve profesyoneller”

Ama, hepinizin bildiği gibi bu sistem bir kaç kez “duvara tosladı”... örneğin ülkemiz kendini bağımsız kuruluşlara denetlettiren ama insanların kendi bankalarını soymalarına engel olamadıkları için 2001 duvarına tosladı. Bankalardan fal baktığımız günler çok uzaklarda değil!

Ve iş dünyasının “miladı” Enron.. ardında kağıttan kaleler gibi devrilen o Titanikler beraberinde onlara saygınlık kazandırsın diye tuttukları 80 bin kişilik Arthur Andersen’i de denizin binlerce metre altına gömdü.. Sadece bununla kalsa iyiydi.. Denetim şirketleri sektörünün üzerinede kara bulutlar çöktü! Toplumun gözünde her biri Titanik olan bu şirketler bir anda “filika” oldular.

Aslında işin özü basit; iş dünyası; toplumun her kesiminde güven kazanmak için iç ve dış denetim mekanizmalarını çalıştırıyor. Bununla bir saygınlık elde edeceğini ve geleceğini güvence altına alacağını sanıyor! Veya, konuyu getirmek istediğimiz itibarın sadece rakamlardan oluştuğunu düşünüyor!

Yakın bir zamana kadar yeterli olan bu durum artık yerini başka unsurlara bırakmış durumda...

Amerikalı danışman Roger McNamee’nin 11 eylül sonrasında yazdığı “yeni normal” başlıklı makalesi aslında söylemek istediklerimi çok güzel ifade ediyor. Kısaca McNamee diyor ki; 11 eylül ile sadece siyaset değil tüm iş dünyası büyük bir değişim geçirecek. İş yapmanın kuralları, oyunlar yeni baştan yazılacak. İşini eski normale göre yönetenler zaman içinde yerlerini işini yeni normale göre yönetenlere terk edecek.

Eski normal bize şöyle diyordu; ‘para kazan. Kâr elde et..

Ara normale “finansal süreçlerini denetlettir ki sana inanalım” girdi!

Yeni normalde ise; “bizi buzdağının üstü ile değil, altı ile nasıl baş ettiğin ilgilendiriyor. Bunu gösterki yarın da sana güvenelim.”


İşte hala eski normale göre hareket eden şirketlerden bir kaç örnek;

Barbie’nin üreticisi Mattel... Agustos ayında Çin’de ürettiği oyuncakların üzerinde çocuklar için zararlı boya olduğu gerekçesiyle parça parça geri çağırdığı ürün sayısı 20 milyonu geçti... Önce suçu Çinli üreticisinin üzerine atma yolunu seçen Mattel neredeyse ABD ve Çin hükümetleri arasında siyasi bir krize neden oluyordu. CEO’ları Çinli devlet bakanından bizzat özür dilemeye gitti de konu birazcık soğudu.

Ve Enron.. 70 milyar dolarşlık şirket bir anda 30 milyonluk hale geldi. Amerikalıların tarihlerinde ilk kez düzenli elektrik kesintileri ile tanıitıran bu şirketin aktörlerinin sonunu da biliyorsunuz. Ek bilgi; Enron batmadan önce sosyal sorumluluk alanında ABD de en fazla para harcayan şirketlerden biriydi.

Yakın geçmişte tüm dünya basınının ve televizyonlarının en kapsamlı haberlerrinden biri idi Dünya Bankası... Wolfowitz istemeye istemeye istifa etmek zorunda kaldı. Oysa yasalara aykırı bir şey yapmadı.sadece her Amerikan vatandaşının başvurabileceği Dışişlerindeki bir pozisyona kız arkadaşını önerdi! Ama dünya sarsıldı!

Ve insanlar sokaklarda... Her bir Titanik “Biri bizi gözetliyor evinde sanki”.. Eski normalde, kimse ürün geliştirme çalışmalarında hayvanlarla ne yaptığımızı sorgulamazdı. Yeni normal oyunun kurallarını değiştirdi!

“Biz büyüğüz bize bir şey olmaz” anlayışı iflas etti! 160 yıllık Siemens’in 450 bin kişiye istihdam sağladığı Alman savcıları pek ilgilendirmedi! Göreve gelişi ile yatırımcılara 3,5 misli değer yaratan CEO Kleinfeld kendisinin neden olmadığı ama iyi yönetemediği iş dünyası tarihinin en büyük finans skandallarının altında ezildi ve istifa etmek zorunda kaldı.

Globalleşme beraberinde bir sürü sorun getirdi. Duvarlarda asılı duran değerler tablolarının hergün tozu alınmasına karşın bazıları çöp sepetine gitti. Kökleri aynı ülkeye ait “milliyetçi markalar” bile birbirine girdi. Louis Vuitton, ülkedaşı Carefour’u, Çin’deki Carefour mağazalarında sahte Louis Vuitton’ler satıldığı gerekçesiyle mahkemeye verdi!

Ve asıl tehlike; “mutsuz çalışanlar”! iş dünyasının dinamikleri için eski normalde bunlar personeldi! Ara normalde “insan kaynakları” oldular. Ama yeni normal buna “çalışan markası” diyor. Kim ki bunu keşfedememiş, buzdağının altında onu bir sürpriz bekliyor olabilir!

Sonuç;

İçinde finansal bilgilerimizin yer aldığı mali tablolar tabii ki gerekli.. Önemli.. Bunlarsız olmaz.. Ama bizim baktığımız pencereden burası suyun üstü. Ve burada sadece buzdağının görünen kısmı var. Küresel ısınma nedeiyle erimekte olan buzullarla da bir ilgisi yok! Ve eriyen buzullar globalleşen dünyaya eskisinden çok daha fazla buzdağı salıyorlar. Bunlara her Titanik çarpışında yer kürede sular biraz daha yükseliyor. Kendi yaptığı işin yanısıra yer kürenin sorunlarına da duyarlılık gösteren şirketler gelecek için sürdürülebilir kârlılık güvencesi yaratıyorlar. Yani itibarlı şirketler haline dönüşüyorlar.

Eğer, sadece suyun üzerindekiler ile yetinecek ve işimiz sadece finansalları denetlemekle sınırlı olacaksa, inanın, sular öyle bir yükselecek ki, finansallarını denetleyecek bir şirket yerkürede kalmayacak!

MSK

İç Denetim Enstitüsü Kongresi
Crown Plaza
İstanbul
9 Kasım 2007

Global Compact Türkiye'nin Anayasası olursa!

Global Compact (Küresel ilkeler sözleşmesi) Anayasa olsa Türkiye’nin itibarı ne olur?

Salim Kadıbeşegil

1999 yılında, o zamanki Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Anan tarafından açıklanan “Küresel İlkeler Sözleşmesi” günümüzde Türkiye’nin de gündeminde yer alan bir konu başlığıdır. Her ne kadar bu sözleşmeye imza atan ama yükümlülüklerini yerine getirmeyen 30’a yakın Türk şirketi bu sözleşmenin kapsamı dışında bırakılmışsa da sayısı 70 civarındaki şirket ile yolumuza devam etmekteyiz.

Küresel ilkeler sözleşmesi, “iş dünyası ile insanın” buluşma biçimini tarif etmektedir. Dünyanın hangi coğrafyasında yaşarsak yaşayalım, yeryüzünün kısıtlı kaynaklarının sürdürülebilirlik ilkeleri ile yönetilmesi ve böylece gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmayı hedef almaktadır.

Birleşmiş Milletler tarafından açıklanması ve yüzlerce şirketin bu ilkeleri benimsemesinin ardından neredeyse on yıllık bir gecikme ile ülkemiz gündemine giren bu evrensel ilkeler; 10 ana maddeden oluşmakta ve 5000’den fazla paydaşı ile yer yüzündeki en kapsamlı sivil toplum hareketi olarak tanımlanmaktadır. İnsan hakları, iş gücü, çevre ve yolsuzlukla mücadele üst başlıkları ile tanımlanan bu ilkeler daha kaliteli bir yaşamın özlemini duyan tüm insanlık için geliştirilmiş olmakla birlikte gönüllülük esasına dayalı bir katılımı tarif etmektedir.

21. yüzyıl bir anlamda sivil toplumun sesinin yükseldiği bir yüzyılı simgelemektedir. Global Compact bunun en güzel göstergeleri arasındadır. Tabandan yükselen ve yaşanabilir daha iyi bir dünya ile ilgili beklentiler Birleşmiş Milletler’ in öncülüğünde “Küresel İlkeler Sözleşmesine” dönüşmüş durumdadır. Bu ilkelerin ayak sesleri 1992 yılında yapılan Rio konferansında duyulmuştu. Sürdürülebilir insanı gelişim ve kalkınma başlıklı kavramın açılımı bizi günümüzde Küresel İlkeler Sözleşmesi ile buluşturmaktadır.

Önceleri, şirketler “itibarlarına değer katsın” yaklaşımı ile bu ilkeleri benimsemişlerdi. Ancak zaman içinde bu ilkelerle uyumlu politikaların global pazarlarda kendilerine birer rekabet avantajı yarattığını gördüler. Çünkü, tüketici, yatırımcı, çalışan ve toplum genelinde “tercih” edilen birer kurum haline dönüşmenin içeriği bu yaklaşımın içinden doğmuştu. Bunun doğal sonucu olarak da şirketlerin iş sonuçları bu yaklaşımdan nemalanmaya başladı! Bu ilkeleri uygulayan şirketlerde çalışan bağlılığı arttı, nitelikli ve yetenekli gençler için bu şirketler birer çekim merkezi oldu. Tüketici, ürün ve hizmetlerini satın aldığı markaların arkasında bunları üreten şirketlerin Küresel İlkeler Sözleşmesine imza atmış olduğun görünce bağlılığını tekrar satın alma ve tavsiye etme davranışları ile gösterir oldu. Yatırımcıların ilgisi bu şirketlere yoğunlaştı. Evrensel değerlere duyarlılık gösteren şirketler bir anlamda gelecek güvencesi ve yönetim kalitesi yaratıyorlardı. Finansal verilerin dışında elle tutulamayan değerleri simgeleyen bu görüntü yatırımcılar için de bir güvence oldu. Sivil toplum, kriz ortamlarında, zor zamanlarda bile bu şirketlerin yanında duran bir görünüm sergiledi.

Bütün bu oluşum şirketlerin pazar değerine yansıdı! Global pazarlarda daha etkin ve güçlü rekabet eder konuma geldiler. Beğenilen, tercih edilen, itibarlı kurumlar haline dönüştüler ve dönüşmeye de devam ediyorlar.

Öte yandan, Global Reporting Initiative isimli sivil toplum kuruluşu 2000 yılından bu yana şirketlerin ekonomik, sosyal ve ekolojik çevre alanındaki performansını ölçen standartlar geliştirdi. Global pazarların önde gelen ve sayıları bini aşkın şirket bu raporlama sistemini benimsedi. Küresel İlkeler Sözleşmesi’nin bir anlamda tanımlanmış standartlarla raporlaması olan bu sistematik günümüzün en kapsamlı ve derin performans yönetim sistemi olarak tanımlanıyor.

Bütün bu sistematik, liberal ekonominin geçerliliğini koruduğu tüm pazarlarda şirketlerin amansız rekabet mücadelesine yansıdı. Bir anlamda, şirketler, ekonomik göstergelerin dışında sosyal ve çevresel alanlarda da rekabet ederek daha “yaşanabilir” bir dünyanın birer parçası haline geldiler.

Şimdi düşünelim; eğer Global Compact Türkiye’nin Anayasası olsa idi... Yani, Türkiye’yi yönetenler Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen Küresel İlkeler Sözleşmesinin altına imza atıp bunu ülkenin Anayasası olarak benimselerdi... Türkiye’nin dünya ülkeleri arasındaki itibarı ne olurdu?

Yani Anayasa’nın maddeleri şunlardan oluşmuş olacaktı; Küresel İlkeler Sözleşmesinin içeriği ve maddeleri şunlardır:


İNSAN HAKLARI
İlke 1: İş dünyası ilan edilmiş insan haklarını desteklemeli ve bu haklara saygı duymalıdır.
İlke 2: İş dünyası, insan hakları ihlallerinin suç ortağı olmamalıdır.
·
ÇALIŞMA KOŞULLARI
İlke 3: İş dünyası çalışanların sendikalaşma ve toplu müzakere özgürlüğünü desteklemelidir.
İlke 4: Her türlü zorla ve zorunlu çalıştırmaya son verilmelidir.
· Çalışanlar emeklerini kendi isteği ile yapmalıdırlar. Kanunlara uygun şekilde çalışmalı ve istifa edebilmelidirler. İşyerlerinde zorlamalara ve şiddete maruz kalmamalıdırlar. Ücretleri nakdi olarak ödenmelidir.
İlke 5: Her türlü çocuk işçiliğe son verilmelidir.
İlke 6: İşe alma ve çalışma süreçlerinde ayrımcılığa son verilmelidir.


ÇEVRE
İlke 7: İş dünyası çevre sorunlarına karşı ihtiyati yaklaşımları desteklemelidir.
İlke 8: İş dünyası çevreye yönelik sorumluluğu arttıracak her türlü faaliyete ve oluşuma destek vermelidir.
İlke 9: Çevre dostu teknolojilerin gelişmesi ve yaygınlaştırılması özendirilmelidir.


YOLSUZLUKLA MÜCADELE
İlke 10: İş dünyası rüşvet ve haraç dahil her türlü yolsuzlukla mücadele etmelidir.


Tanımlanmış bu ilkelerin alt açılımları ile birlikte bir Anayasa’nın yürürlükte olduğu bir ülkenin iş sonuçları acaba şirketlerin ki gibi olumlu etkilenebilir miydi? Yani; o ülkede yaşayan insanlar (çalışanlar) ülkelerine daha bağlı ve mutlu bir toplumu temsil edebilir miydi? Tüketiciler (yerli ve uluslararası) bu ilkelerle yönetilen bir ülkenin ürün ve hizmetlerini daha mı öncelikli tercih ve tavsiye ederlerdi? Yatırımcılar, (yerli ve uluslararası) için bu ilkelerin ön şart olduğu Türkiye daha cazip bir yatırım tercihi olur muydu? Avrupa Birliği, NATO, Birleşmiş Milletler, OECD gibi çok ülkeli temsil kuruluşları ve A B D gibi ülkelerin (sivil toplum) Türkiye ile olan ilişkilerinde bu Anayasa nedeniyle ilişkiler farklı bir boyut taşır mıydı? Bunlarla birlikte, aynen şirketlerin yaptığı gibi, ülke performansını ekonomik, sosyal ve ekolojik çevre başlıkları altında tanımlamış Global Reporting Initiative standartlarına göre ölçümleyen ve raporlayan Türkiye ülkeler arası gelişmişlik biriminin değişimine öncülük eder miydi?

Yani sonuçta, böyle bir anayasayı benimsemiş Türkiye “farklılaşmış” ve “itibarlı” bir ülke konumuna gelebilir miydi?